Wednesday, October 30, 2013

"ben değil miki yaptı"

Çocukların yalan söylerken kabahati attığı zavallı Miki. Ben ise ilkokulda seyrettiğim Uçurtmayı Vurmasınlar filminde altına işeyen küçük çocuğun ağzından ilk defa duymuştum, neredeyse üzerinden geçen yirmi küsür yıl sonra ikinci kez duymak bugüne kısmetmiş.

Ah şu Marmaray...Sadece Marmaray mı? Fırat'ın tabiriyle diğer tüm "uzaya kadar" giden projelerin bitmeden, sonuçlanmadan, her türlü kontrolü yapılmadan, içeriği tam hazırlanmadan, her türlü ince detayı ve olasılığı düşünülmeden ortaya milletin ağzına bal sürmek için atılan vahim sonuçlarını hesaba katmadan projeler bir sorun olduğunda hep Miki'nin hatası vaziyette yaşanıyor. Blame it on Miki!

TCDD müdürü veya müdürlerinden biri canlı yayında konuşuyor; "ben orada değildim ama bir elektrik kesintisi olmuş diyorlar ama olmamış da olabilir" , "ben yoktum görmedim ama bazı gazeteciler kötü niyetli yayın yapmış oldukları için alınmamışlar diyorsanız olabilir, inceleriz ama ben görmedim", "benim de içinde olduğum bir trende bir vatandaş acil butonuna bastı durduk ama kim olduğunu görmedim ama oldu ama ben görmedim kim olduğunu".

" Paroles, paroles, paroles" derken Dalida, bizde de Ajda Pekkan "Palavra Palavra Palavra" diyor. Hadi çocuk olalım ve diyelim ki "ben değil Miki yaptı". Aynen "çıkartıcam o kamera kayıtlarını herkes görecek bacımın üzerine işendiğini" gibi...

İnsan büyüdükçe bazı şeyleri artık yapmayacağını, korkularının gitgide azalacağını hele hele korkup da bir şekilde korkup söylediğimiz yalanların "büyük" hayatında olmayacağını  düşünüyor. Ama işin doğrusu öyle olmuyor galiba. Küçüklükte, çocuklukta halledilemeyen meseleler, korkular büyüdükçe daha da derinleşiyor, kişiliğin gelişmesinde ciddi engel oluşturuyor ve gitgide kişi sıkıcı ve korkuları tarafından yönetilen biri haline dönüşüyor. E yalan da böyle bir şey. Her çocuğun bir şekilde denediği öğrendiği bir şey yalan söylemek de onun devam etmemesi gerekiyor. Ne var ki çoğunlukla ettiği için ortaya yalan söyleyen ve bundan hiç rahatsızlık duymayan bireyler çıkıyor toplumsal hayatta. Elbette "feci yoğunum gelemeyeceğim affet beni başka zaman buluşalım" ya da "başım ağrıyor" filan gibi komik ve unutulacak ifadeleri geçiyorum da büyük insanların hiç duraksamadan söyleyebildikleri büyük yalanlarına şaşırıyorum hala. "Büyük" derken mevkii makamdan ziyade yaş olarak büyük işte, yetişkin yani yaptıklarının sonucuna katlanmak durumunda kalan, işin vehametinden "çocuk" masumiyeti ile sıyrılamayacak "büyük" insanlardan bahsediyorum. Bu büyükler devlet erkanında da olabilir, millet meclisinde de, dost meclisinde de. Bu "yalan" mevzusunda daha da aptalca olan, bir kere söyleyince hep söylendiği ve o insana asla tam olarak güvenemeyeceğin duygusunun kendisini hissettiren varlığı. Nasıl olsa bir kere söylendiğini gördün. Sana olmasa bile senin önünde gerçekleşti, o halde  senin de bir gün o kişiden çıkacak bir başka yalanın merkezinde olmamanın engelleyen ne? Hiçbir şey! Ama hep tetikte olmak, güvenenememek de bir o kadar sıkıcı hatta yorucu. Bu kadar yalandan ben yoruldum da büyükler yorulmadı, o halde  Miki ile beraber yorulalım.

p.s. blame it on miki yerine elbette blame it on boogie'yi tercih ederim. sunshine, moonlight...  




Sabah keyfi # 5

gerçekten günlerin getirdiği hali hakim iken, haftasonu tatili uzarken, uzayan ev hali devam ederken, evde yapılması gerekenler ve bir türlü yapılamayanlar kendini belli ederken, bir takım bazı insanlardan korkunç derece sıkılırken, yüzyılın açılışında sıkıntıdan patlarken, açılıştaki koca koca adamların mevkii makam sahibi adamların birbirlerini itercesine rol çalmalarına afallarken, "sözde laiklik esası varolan bir ülkenin efsane, uzaya kadar önemli bir açılışında diyanet işlerinin, duaların ne işi var diye düşünürken", insanlardan sıkılırken, insanların gerçek yüzü başka olan olayları kendi görmek istedikleri gibi algılayıp öyle yaşamalarından iyice sıkılırken, çocukluğa geri dönerken, eğlenceli bir şekilde güneş açarken sanki baharmış gibi kendini gösterirken, yapılacak çok iş çok şey olmasına rağmen sabah keyfini yaşatırken geçip giden ve gidenler ... 

inadına- hala yaz!

Friday, October 25, 2013

Cuma eğlencesi # 8

Tarifsiz şekilde garip geçen ekim ayı, bayram sonrası gelen garip ruh hali, medeniyet sonrası "yine" içine düşülen gecekondu yaşam biçimi falan filan derken demek ki cuma eğlencesinin zamanı gelmiş, şöyle biraz beautiful people'a sallamak hiç fena olmazmış, garipliğe gelecek en iyi ilaçmış, vs...

Kim bilmiyorum ama yer NY ve G.G.'nin pek sevdiği heyecanla beklediği tasarımcı Isabel Marant'nın H&M'in yaptığı koleksiyonun tanıtım gecesi. Şimdi aşağıdaki kılığa geleceğim de önce geçen sene Martin Margiela H&M satışına yine G.G. ile gidip moda blogger'ı, stilisti olduğunu düşünen feci ötesi varoş tiplerin ellerinde şampanya ile dolaşıp Martin Margiela'yı ilk kez keşfedişlerini görüp kaçtığımzı hatırladım ve bir anda yine unutmak istedim o anı. Eh bu yıl da benzeri olur, of of of ! Şimdi aşağıdaki hanımkızımız pek zayıf pek hanım pek efendi görünüşlü olsa da giyen kişi Janis Joplin, Axl Rose veya bir şekilde rock şarkısı değilse hiçbir şekilde deri pantalon giyilmesinden hoşlanmıyorum. Hele hele böyle kenarları kovboyların giydiği gibi işlemeli ise. Bir de altına giyilen topuklu ayakkabı o kadar ama o kadar kötü duruyor ki...Kotun altına topuklu ayakkabı giymek kadar kötü. Yok hayır, kot pantalonun altına topuklu ayakkabı giymek şık veya moda takipçisi olmak adına yapılmış en kötü hareketlerden biri herhalde. Feci!

Bu daha kötü.Yine aynı geceden. Pantalon çok kötü, ceket belki güzeldir de olmamış, saçlar kezban, çanta sıradan. Hani sokakta kızlar var çantayı bileklerinde taşıyarak üstüste giydikleri sıradan ötesi ama sıradan olmadığını sandıkları kılıklarla kendilerini moda ikonu zannederek yürüyorlar. Hah işte onların bir temsilcisi gibi. Bayağı silik.
Soldaki Michelle Williams kısa saçıyla gayet güzel, elbisesi ne yazık ki değil, Sofia Coppola her zamanki gibi sönük, Elvis Presley'in adını unuttuğum torunun ise saç rengi şahane (kezban buklelerini geçiyoruz tabii). Yazarken farkettim ki oldukça sönük bir resimmiş bu, keşke koymasaymışım ama şimdi silmeye de üşeniyorum.
OMG diyorum başka şey demiyorum. Bilemiyorum yorum yapamayacak kadar zorlayıcı geldi bana. O zayıflık o deri parçaları, o gergin surat of cidden zor buna yorum yapmak. Aman Yarabbim diye nidamı atıp gideyim. Aşar beni bu kadarı.


Yine NY geceleri yine eğlenen beautiful people da bazı kıyafetler bazen ba(ğ)zı insanda hiç olmuyor. Şimdi bu en sağdaki geniş yüzlü geniş göğüs kafesli hanımefendinin giydiği o büstüyerimsi elbisenin bir de göbeğini açmış hali...Of bunu da bilemedim o kadar iddialı o kadar "hem skinny hem fit" olunması gereken bir vücut istiyor ki yorumumu yuttum.

Yalnız anladım ki bu tarz elbise piyasadan kalkmıyor. O kadar az insana yakışıyor ve o kadar çok kadın giyiyor ki ortaya çıkan görüntüler çoğunlukla manasız oluyor. Giyen aşağıdaki gibi manken de olsa eteğin üzerinden uzayan elbise dantel mantel o kadar kötü bir elbise ki elle tutulur hiçbir yanı yok. Yazık kız da güzel, boşa gitmiş bir gece kıyafeti.

Hah back to Isabel Marant ve kızları... Soldaki yani çocukluğumuzun Taş Devri çizgi filmindeki Bambam saçlı January Jones oldukça güzel bir kadın. Soğuk görünüşlü, beyaz tenli platin sarışınlardan ve bir şekilde epey güzel buluyorum kendisini. Yanındaki ise tahammülümü zorlayan feci sıkıcı film Amélie'nin Amélie'si, Audrey Tatou. Filmin kendisi kadar sıkıcı bir şahsiyet. Bir de sürekli mıh mıh ince sesli fransız halleri bir şekilde kendisini sevimsiz yapıyor. Kısa saçlarına rağmen. En sağdaki de herhalde resimdeki en güzel ama adını unuttuğum hintli aktris. Saçları güzel elbisesi Isabel Marant H&M tamamdır, şahane. Kırmızı ruju da olmuş daha ne?
Kendisine hayranım. Iris Apfel. 92 yaşındaki tasarımcı hem efsane hem de şahane bir tarz sahibi. Kimseye kendini veya giydiklerini beğendirmek için değil gerçekten tarz sahibi olarak giyinen insanları seviyorum. İnsanın öncelikle kendisini beğenerek kendisi istediği beğendiği icin bir şey yapması, başkasına kendisini beğendirmek ondan kabul görmek için yapmasından çok daha özgüvenli bir hareket. Ama işte insanoğlunun en büyük yanılgısı, kendisini kenara koyarak birisi için bir şeyler yapmayı (özellikle de çocuk söz konusuysa) büyük bir özveri ve fedakarlık olarak görüyor, kendisini yüceltiyor. Oysa kendini kaale almadığında saçını başkası için süpürge ettiğinde bozukluklarını tamir etmediğinde asıl bencilliği ileride karşındakine yaşatacaksın demektir. Tarz marz olaylarına geri gelirsek de, kendisi için giyinen kendisini kendisine beğendirmeye çalışan insan seviyorum. Diğerleri gelir zaten. Iris Apfel, cidden şahane bir insan.
Charlize Theron ve muhteşem saçları. Elbisesi de herhalde güzeldir de saçları tek kelimeyle müthiş. Bir şekilde tekrar uzatmaya başladığım saçlarımı bu kadar güzel kısa saç örnekleri gördükçe tekrar kestirmek istiyorum. Hemen! Şimdi! Ama bir yandan da köprücük kemiğime gelsin istiyorum. FAK!
Monako'nun yakında sinir harbirden patlayacağını düşündüğüm mutsuz prensesi ve Catherine Deneuve. Güzel yaşlanmayan insanlardan Catherine Deneuve. Bilmem belki de çok önemi yoktur ne de olsa günün sonunda koskoca Catherine Deneuve'sün ve bu yaşlandıkça da değişecek bir şey değil. Yalnız yanındaki mutsuz prenses hala kaygı verici şekilde gülümseyerek mutsuzluğunu yayıyor ortaya. Gerçekten de patlayacağı anı bekliyorum, özellikle de yanında yine kendisiyle beraber The Odd Couple oluşturan önemli şahsiyet olduğunda.
Hah işte bir başka Odd Couple...İkisinin birlikte görünümü cidden çok bezginlik verici ve sıkıcı. Her seferinde başka bir tema seçiyorlar gibi geliyor. Geçen sefer Edi ie Büdü bu sefer de Marc Jacobs elindeki komik çanta ve siyah kasketi ile Brooklyn'de katı dini kurallara uygun olarak yaşayan hasidik musevi esnafı kılığında gelmişken yanındaki Sofia Coppola sıkıcı çiçekli elbisesine rağmen ilk defa "hoş" bir kadın gibi duruyor. İlk defa. İlginç. Sofia'nın hoşluğu kadar Marc Jacobs'ın elindeki çanta. Bir zamanlar sanki Sergen'de de böyle bir çanta vardı, futbolcularda var galiba bu, özellikle de Louis Vuitton olanı. LV veya başka marka farketmez son derece manasız.

Kate Upton ve beğenilmeyen elbisesi. Bence elbiseden öte saçları da kötü çantası da. Ama her şeyden öte iç çamaşırı seçimi en kötüsü. İç çamaşırı var mı giymiş mi emin değilim ama keşke giyseymiş. Büyük göğüslülerde sütyensizlik pek güzel bir görüntü oluşturmuyor aksine şekilsiz duruyor. Öyle olmuş keşke elbise yerine doğru sütyen giyseymiş.


Terry Richardson da sıkıcılıkta Audrey Tatou'yu aratmayan vaziyette. Aynı gömlek, aynı gözlük, aynı poz, aynı işaret. Yaptıklarının pornografik içeriklere sahip olması ise ne yazık ki daha ilginç kılmıyor kendisini. Puf yani! Yanındaki ise deri elbisenin insanı şişman ve göbekli göstereceğinin güzel bir kanıtı. Yani deri elbise giymek isteniyorsa skinny olmak gerekiyormuş. Yani demek ki skinny olmadığım ama bir şekilde de giymek istediğim için J.A.'nin deri elbisesini ceket şeklinde kestirerek çok mantıklı bir harekette bulunmuşum. Bu resim bana bunun kanıtıdır.
Beğeniyorum bu kadını. The Good Wife dizisindeki kadın. Eskiden ER'da George Clooney'nin sevgilisini oynuyor daha internetin olmadığı Fransa'daki televizyon dergilerine yorum yazan tüm kadınların şiddetli nefretine maruz kalıyordu. Yaş kendisine güzel gelmiş, kırışıklıkları yüzünde şık olmuş, hele hele üzerindeki takım şahane olmuş. Herhalde sayfadaki en güzel ve en şık kadın.
Normalde beğenmediğim ama kırmızının etkisinde afallayıp çok beğendiğim kılık kıyafet olmuş. Kate bir şey. Galiba pantalon deri ama cidden güzel ve kırmızı, üzerindekiler kırmızı, ruju kırmızı, çanta siyah. Tamamdır, oldukça çarpıcı. Öyle böyle değil. Kesinlikle kırmızının içine düşme ihtiyacı yarattı bende.
İpek saçlı sansasyonel elbiseli mankenler. İsimlerini bilmiyorum ama güzeller ama o kadar. Hatırlanır mı emin değilim ama işte güzel, anlık shot votka etkisi gibi. Olur ama işte etkisi de o kadar.
Genelde erkeklerin beğendiği kadınların ise sıradan bulduğu brezilyalı mankenler. Cidden çok sıradanlar. İncecikler, uzunlar filan oralara hiç itirazımız yok da işte o kadar. Elbette Victoria's Secret olur ama başka bir şey olmaz. Ha belki Cesare Paciotti ama o kadar. Burada da giydikleri filan bayağı kötü. Ne bir tarz var ne bir farklılık sadece uzun ve ince olmanın getirdiği rahatlıkla her şeyi giymek var. Ama çok kötü.

İşte tarz sahibi olmak ile yukardakiler arasındaki fark. Çok yazmaya gerek yok. Hem güzel bir tarz hem de sıradan bir güzel olmayan kadının özgüvenli duruşu. Tamamdır.


Peki Paris'teki Colette nasıl bu kadar istisnai bir mağaza iken, sahibinin bu kadar mürebbiye kılıklı oluşunu açıklayabilen varsa, lütfen, bekliyorum. O ceket o çanta o saçlar ohhh şiştim.
Yaşlandıkça dantele düşen kadınlar ve Aerin Lauder ve Iman. Yani hem olmuş hem de olmamış. Bir şekilde dantelden hoşlanan biri değilim, bu kadar yoğun kullanılmasını zaten sevmiyorum. Yorucu olmuş ikisi de yanyana. Ama her ikisinin de üzerindeki pahalıdır, D&G'nıdır muhtemelen oralarada sorun yok da bakması yorucu işte.
Keith Richards ve güzeller güzeli karısı Patty'nın kızlarından biri. Deri ceket sebebiyle koydum resmi yoksa elbise asimetrik olmasa güzel de o asimetri benlik değil. Deri ceket de rengi garip keşke babasınınkilerden birini alsaydı daha güzel olurdu. Şimdi herkeste var herkes rockçı herkes easy rider. Olur ya bu kadar iğneleyici de olmamak lazım hayatta der bitirir giderim. ..  -resmen kendime güldüm-

Arada yaşananlar, V

Ekim garip bir ay. Hele hele bu günlerde, içinde bulunduğumuz ekim ayı iyice garip. Öyle yeşilden sarıya çalan kuru yaprak seslerinden hoşlanan şiir sever, romans sever biri de olmadığım için sonbaharın pek sevdiğim bir dönem olduğunu söylesem büyük yalan olur. Ekim-kasım demek siyaha, karanlığa, çamura, yağmura, su taşmalarına, çizmelere, paltolara gitgide yakınlaşmak demek, offf tutunacak coşku mutluluk için çabalamak demek.

çökme meyilli ruh hallerini çökertmemek, direnmek, kaale almamak, her yerde her ülkede her durumda kalkıp güneşe bakmak, (# 8'den gelen) "ışık" lafına tutunmak, varlığına eski günlerdeki gibi inanmak, inandırmamak için elinden geleni ardına koymayanın ağzına sıçmak, sıçan yavrusu lafını sempatik bulmak, fuket ile ecep ivedik tamlamasına gülmek, fuket'in gideceği günleri saymak, gideceği için çok kızmak, bizim için yüz yıllık urban'nın nasıl örbın olduğunu hala anlamamak, efsane geçen 2012 yazına damgasını vuran hatta sinirlenip tayland'ı aramama sebebiyet verecek kadar moron ama bir o kadar efsane lafı "ucuz ama sevimli" lafını hatırlayıp yarılarak gülmek, "yok ben yine söylüyorum yengeç insanlarını anlamıyorum" diye kendisine tekrar tekrar yaşadığım zorlukları anlatmam, hala kendisinin istanbul'da geçirdiği üç ay neticesinde üç kere görmüş olmamın şokunu atlatamamış olmam, "anneler ve bebekleri" konulu ortak tezin gözlem kısmında şiştikçe şişip insanlardan yorulmamız, bebek derken i.k.'nın gerçek ikea bebeğini anlatmam, neredeyse her günü ikea bebeği ile geçirmem, "ama yok bu çiş kaka durumu biraz bezdirici, yalan değil hani, açıyorsun kaka açıyorsun çiş of yani", "yok ben laos'a gelirim bu sefer", kutlanan doğumgünleri, gidilen mekanlar, üflenen mini pastalar, giyilen leoparlar, gitmeyen güneş, fuket'in "yorgan montu", çocuk # 8, geceleri şeker yemiş de içine canavar kaçmış şekilde evde oyun oynayan çocuk gibi çocuk # 8, şimdiden özlemeye başladığım fuket, direnilen ekim zorluğu, ekim direnişi, ekim iteklemesi işte arada yaşananlar...     



Monday, October 21, 2013

Aynı masa ve üzerinden geçen onlarca yıl

Masa gerçekten aynı masa da işin doğrusu başlıktaki "üzerinden geçen yıllar" aslında öyle abartılı "on yıllar"ı filan fade etmiyor. Aksine sadece birkaç kısa yılı ifade ediyor ama işte o geen birkaç yıl sanki her yıl * 10 yıl olarak yaşanmış olduğu için ağırlığı da içeriği de on yıllarmış gibi oluyor.

Masayı da hatta masadan önce mekanı da ben seçmedim. Gittiğimde zaten orada oturuyorlardı. Aynen daha önceki seferinde olduğu gibi. Hafıza konusunda kendimce fazla iyi olduğum için zaten girer girmez, masaya oturur oturmaz önceki seferin anıları canlandı gözümde. Hiç öyle kötü anılar olmasa da boşa kürek çekilen, cehalet yüklü, vakit kaybı anılar olduğu kesin. Gerçekten ne kadar beyhude çaba ile bir şeyler geliştirmeye çalışmış, filizleri kırmadan elimi kesen dikenlere aldırmadan, ilerisi için "gerçek" olduğuna inananarak konuşmuş ve her şeyden öte diğer tarafta eksiklik hissi olmasın diye "ışıktan vazgeçmiş"im. İlerde dönüp baktığında hayatında neyi değiştirmeyi isterdin diye sorarlarsa vereceğim tek yanıt muhtemelen bu hatayı yapmamak olacaktır.

whatever.

aynı kötü mekan, aynı masa, aynı insanlar (değil), aynı konular (değil), aynı ilişki (değil), aynı dünyalar (değil), aynı niyet (değil), aynı çirkinlik (güzellik)  

p.s. bir kez daha okuyunca cidden yazdığım manasız "romantiklikteki" cümlelere çok gülüyorum. gerçekten de "filizleri kırmadan elimi kesen dikenlere aldırmadan" filan gibi saçma ötesi cümleler yazarak ne demek istemişim diye düşünüyorum. acaba içten içe tahammülümü zorlayan iclal aydın, gülben ergen filan gibi kadınlara mı özeniyorum? gerçekten allah korusun! böyle bir arzum varsa da mümkünse içim kurusun... 

Sunday, October 20, 2013

Le retour # 4


sabahın erken saatelerindeki uçak, havaalanı otoparkının tamamen ama tamamen dolu olması, yolların park edilmiş arabalarla taşmış olması, uçağa kalan bir saat ile arabayı öylece orada mümkün olduğunca usturuplu bir şekilde bırakıp gitme hali, kuzey, kopenhag, kuzeyin mutluluğu, gitmenin mutluluğu, keyfi, heyecanı, freeshoptan alınan cebe sığmalık küçük yeşil jameson, kahvaltı+uyku= 3 saat uçak ve kuzey, soğuk hava, yağışsız ve soğuk ve güzel hava, 15 dakikada tren ile şehir( hayatıma ilk defa havaalanında taksiye binelim diye tutturmayışım), gerçekten ama gerçekten 15 dakikada şehre varış, garda ilk sosisli ve bira ve yürüyerek 5 dakikada otel, güzel oda, hemen sokak, hemen şehir, hemen dispute, hemen bira, hemen nyhavn, güzel semt, kartpostal gibi semt, bol bol lokantalı semt, yemek, deniz mahsülleri, moules&frites, soğuk ama cidden soğuk ama yine de güzel; yağışlı ikinci gün, müze ve tesadüfen the vikings sergisi, eat like a viking, büfesi neticesinde yemek, her tarafta bağıran koşan ama mutlulukla yapan sesiyle rahatsızlık vermeyen kimseyi de rahatsız etmeyen çocuklar, bir kez daha hippi manasızlığından hoşlanmadığımı hatırlatan semt christiania, off ki off, bitmeyen yağmur, günler öncesinden ayırtılmış michelin'li relae, sakin güzel tam anlamıyla nordik relae, büyük lezzetli yemekler ama öyle böyle değil ciddi lezzetli yemekler, yol boyunca tüten puro, gecenin bir yarısı açık olan plakçı ve şahane george duke plağı; son güne güneş, "ooh her şeyi yaptık şimdi her şey daha da çok keyif için", dergiler, leopar ayakkabılar, sokaklar, sokakta satılan soslu bademler derken yine tren, yine garda son sosisli ve bira, yine eğlenceli havaalanı hareketleri derken yine karşılaşılan "ay yemek yok ki burada; ay buranın insanları da havası gibi soğuk" diye türlü türlü söylenen memnuniyetsiz türk turistler, hele hele yeşilköy'de bavul beklerken sanki bedavaymış gibi free shopta kendini kaybedercesine yine birbirinin üzerine atlayan insanlar derken en şahanesi arabanın yerli yerinde bekliyor oluşu, karıştırılan bavul ile yarı yoldan geri dönüş ve yeniden yol ve ev ve altlı üstlü apartman yaşamında gece saat 01:30. 

p.s. insanları da kendisi de güzel şehir kopenhag. ama her şeyden güzeli insanlardaki edep, saygı, nezaket. yolda yürürken, yemek yerken, dükkanda satış yaparken ilginç bir şekilde sahte olmayan bir nezaketleri var. hele en güzeli kahvaltıda filan büfede kimsenin tabağına abartılı saçmalıkta her şeyi koymaması. edeplice yiyeceği kadarını koyup sonra istiyorsa gidip tekrar alması. ama öyle "donatayım masayı tabağı" gibi bir görgüsüzlük yok. 

p.s. (2) vikingler olur. tamamdır. sakallı, kızıl-sarışın, uzun, dirençli, vik vik değil, kıvıran hiç değil. 

p.s. (3) kuzey de olur. hiç rahatsız etmez beni. düzen, düzenli hayat güzel şeyler.

p.s. (4) hayır, meşhur deniz kızını gidip görmedik (aynen paris'te eyfel'e çıkmadığım gibi bunun da yapılması gerektiğini düşünmüyorum), içimizde de kalmadı açıkcası. ama benim içimde kalan tam otelin karşısındaki gayet 5 yıldızlı kırmızı halı girişli "lady love" striptiz kulübüne gitmememiz oldu. gerçekten de içimde kalan yegane şey lady love'a gidememem desem yalan söylemiş olmayacağım. şayze!  

p.s. (5) en acı olanı da burada iki gram özgürlük verildiğinde kendimizi bir bok zannetmemiz. yok "konuşma özgürlüğü" yok "mini etek özgürlüğü". klişelerle çizilmiş sözde özgürlükten kurtulamadığımız için gerçeğine ulaşamıyoruz. dünya özgürlüğün içerisinde yaşıyor kimse kimseyi boğazlamıyor, dünya batmıyor, düzen sarsılmıyor hayat güzelce akıp gidiyor ama işte doğuya gittikçe özgürlük biter ve yerine küçük beyinli kabul edilen şuursuz bireylere neyi ne kadar yapabileceğinin nereye kadar yapabileceğinin  söylendiği, çocukların ailelerinden sevgi görmek için ağlamaya itildiği, "sadaka bizim kültürümüzde var" saçmalığının desteklendiği, bir işe kalkışırken etraflıca araştırmanın ileriyi düşünmenin gereksiz kabul edildiği, trafik ışıklarında beklemenin veya trafik kurallarına uymanın, müşteriyi kazıklamamanın aptallık sayıldığı bir yerlerdeyiz nasıl olsa. özgürlük olsa ne olur olmasa ne olur ? verdiler işte biraz "alın oynayın bağırıp çağırın rahatlayın o ara biz de işimize bakarken cebimizi doldururken" diye. gerçekten gelir gelmez yine bir mide bulantısı. ama idare ederim biraz daha...

Tuesday, October 15, 2013

Kuzeyde bir yer

Nasıl da bayıldığım diziydi "kuzeyde bir yer". Alaska, soğuk, küçük kasaba, kasabanın delileri, eğlenceli insanları, Alaska'nın küçük kasabasına uyum sağlayamayan NY'lu doktoru, barı, lokantası vs...

Hayır, Alaska değil. Ama yine de kuzey. Ve soğuk. Ve muhtemelen böyle komik ve iddialı soğuğa dayanıklı insanların yaşadığı bir yer. Ama hayır Alaska değil. Ama yine de her şekilde heyecan verici. Kuzeyin heyecanı. Kısa da olsa evet kuzeyin heyecanı.

Sunday, October 13, 2013

Never on sunday # şampanya



hiç beklediğim değilken, tüm cumartesi sabahını kusma arzusu içerisinde geçirmiş, yapmak istediğim görmek istediğim herkesi bütün planları iptal etmek durumunda kalmış, evde ne yapacağını bilmez ve ağrılı vaziyette kalmışken, "yemeği iptal mi etsek" diye düşünürken etmeyip, le fumoir, hem de çok iyi edip gidip güzelce yemek yiyip bir de afallatıcı şekilde gecenin kahramanın şampanya olması ile gelen never on sunday. garip ama bir şekilde kendince huzurlu geçen pazar, kuzeye az kalan sayılı gün pazar. gerçekten bazen çok şaşırıyorum afallıyorum heyecanlanıyorum sonra da gülüyorum.

p.s. le fumoir. hem olmuş hem olmamış. ciddden her şey çok güzel de ufak bir detay ile görüntünün şahane altının ise kofa yakın olduğunun gözükmesi çok sıkıcı. ama işte detay değil mi her şeyi bir anda bambaşka kılan. nitekim öyle oldu. yoksa yemekler, servis filan tamam, bir itirazım yok.

whatever. önemli olan never on sunday ruh hali. hava zaten müthiş, daha ne ki?    

Saturday, October 12, 2013

İnadina- hala yaz # 4

Ya bebeğim bu kadarını ben bile beklemiyordum. Hele önceki haftasonu yaşanan ani soğuk hava dalgası, çıkan yorganlar, yakılan kaloriferler filan "artık bitti" demiştim ki... Tamam, resimdeki kafasına taktığı -bence kışlık- şapka ile havalı olmak istemiş de o yazlık elbisenin üzerine ama hava cidden tüm yazlık kılık kıyafetin üzerine geçirilen bir gri sweatshirt kadar...Hala tiril tiril, hala yuppiii...Belki de en güzel havalar, terletmeyen pişirmeyen ama hafif havalar. Birileriyle yemeğe gitmenin, eve dönerken bir şeyler içmenin en güzel olduğu zamanlar.

İnadına; hala yaz bebeğim ya...

Thursday, October 10, 2013

Wish list # 4

Gerçekten de (muhteşem) geri dönüş (ler) yaşanıyormuş. Sarhoşluk bitmiş, sıradanlık ve cehalet yüzdesinin paylaşıldığı manasız konuşmalar çoktan sonlanmış ve eski güzel günlere-yeni ve daha güzel hali olarak- geri dönüşe geçmiş. Aynen sosyolojiye olduğu gibi, teze olduğu gibi, bilgiye, gerçekliğe, gençliğe, 2000 yılı roma tatiline, dostluğa, özene, samimiyete olduğu gibi.

... bitti o sarhoşluk günleri. onunla beraber  sözde eğlencesi (!) de.

p.s. madem "lire" oldu, okumak oldu, biten eğlenceler oldu. o halde neden maureen freeley'nin çılgın robert kolej eğlencelerini anlattığı  "eğlence bitti" kitabı da olmasın? 

Friday, October 4, 2013

(düğünde) Cenazede kalaşnikof

Şişirilmiş balon imaj paketin geri planında karmaşanın, mutsuzluğun, düzensizliğin, adaletsizliğin yaşandığı günlerdeyiz. Bizler, bu topraklarda yaşamını sürdürenler için kaos ve düzensizlik neredeyse "gurur duyduğumuz bir akdenizli özelliği " olsa da, bu işin değil gurur duyulacak bezdirici yorucu ve alınan her nefesin iç sıkışıklığı, mide bulantısı hatta kin ile süslendiği bir hale dönüştüğü de bir gerçek ne yazık ki.

şap dökülmüş çirkin ötesi meydanında gerzek bir şekilde yağmur gideri yapılmanın unutulduğu metropol istanbul, uzaklarda ama rantı büyük, manzarası güzel bir mahalle, mahalleye hükmeden çete, uyuşturucu çetesi, çetenin uyuşturucudan döndürdüğü büyük paralar, çeteden bezmiş tükenmiş mahalleli ile bir yandan mahallede varlığını gösteren sol örgütler, birbirine giren çete&solcular, uzaklardan bakarak seyreden kolluk gücü, korkan kolluk gücü derken geçtiğimiz günlerde patlayan olaylar, yaralanmalar ve ölüm neticesinde "bir şeyler yapmak durumunda kalan" kolluk gücü, alınamayan cenaze, cenazenin kalabalığı ve her şeyden öte şehrin içindeki bir cenazede kendini gösteren kalaşnikoflu sıradan ya da daha doğrusu yani mahalleli insanlar. 

Oluyor böyle şeyler. Her ne kadar büyük, müktedir, korku salan olsa da iktidar bazen söz geçiremiyor, baskısını hissettiremiyor. Tasvip etmek değil ama baskının, kendini sürekli haklı zannetmenin, asla yenilmeyeceğini düşünmenin de sonuçları ve tabii kendine has bir süresi olduğunu kabul etmek gibi bir şey. Yapacak bir şey yok çünkü bazen zaman yavaş akıyor ve bu yavaşlık insanı bezdiriyor ama yenilmez olduğuna inanmak ise mutlaka sonun başlangıcı. Öyle veya böyle.

Yıl 1981. Yer Belfast, Kuzey İrlanda

60 küsür günlük açlık grevinin ardından ölen 27 yaşındaki IRA mensubu Bobby Sands'in cenazesi. Yine arkadaki binler, yine yüzü maskeli eli silahlı sıradan insanlar. Değişen bir şey pek yok, doğal ve insani taleplerine iktidardan karşılık bulamayanlar umudu başka güçlerde arar, silahın gündelik yaşamdaki hükmü ile tanışırlar. 1981'den bugüne çok zaman geçti. Bobby Sands ve diğer açlık grevi yapan kuzey irlandalı mahkumlar için kılını dahi kımıldatmayan Ertuğrul Özkök'ün pek hayran olduğu yatacak yeri olmayan insanların başında gelen Margaret Thatcher geçenlerde öldü ve ingilizler ardından oh çekip kadeh kaldırdılar, Kuzey İrlanda'da ateşkes oldu, IRA sorunu büyük ölçüde sona erdi, resimlerde ön safhalarda görülen Gerry Adams Sinn Fein'nin lideri oldu ateşkese zemin sağladı, yine geçenlerde kraliçe eski IRA liderleri ile el sıkıştı vs. Demek ki "ben şunu yapmam" dememek lazımmış çünkü gün gelince köpek gibi yapıyormuşsun. Ha, tabii biz her şeyin 30 yıl gerisinden gittiğimiz için işler yavaş ve eski usul işliyor halen. 

Unutmadan mahkumların açlık grevi sebebi ise temel anlamda hapishanede "insan gibi muamele görmek". Yani hapishanede günlük kıyafetlerle dolaşabilmek, ailelerden haftada bir mektup alabilmek, onlarla görüşebilmek vs. 

P.S. Bobby Sands'ın tuvalet kağıtlarına yazdığı bir günlüğü de vardır, yayınlanmış. İnsan okurken daralıyor kararıyor da yine de okumak lazım. 

P.S. (2) Bizde düğünde de kalaşnikof olmasa da silah oluyor havaya atılan kurşunlar başkalarının canını alıyor ama olsun tabii türkün şanından; "at avrat silah" . Ecdadımız öyle yapmış biz de öyle yapalım değil mi? Artık şu ecdad hadisesinden de o kadar sıkıldım ki...bi uza git ya! 









  

Wednesday, October 2, 2013

Wish list # 3

                                          valentino, ilkbahar/yaz 2014


Yeşilin tonu, elbise filan cidden şahane de başlığa sebep veren asıl wish list öznesi o leopar/kaplan/aslan kafalı bilezik ve yine serçe parmaktaki pinky ring'tir. Listedeki her şeyi silebilir bir bunu isteyebilirim; o kadar müthiş...

Ha tabii bunun dışında daimi wish list özneleri var ne yazık ki.. "güçlü olanın kıçını yalayacağım, ondan nemalanacağım diye yanlışa doğru, yalana gerçek diyenlerin dünya üzerinden yok olması" mesela. Veya "kimsenin uyuşturucu çetelerince öldürülmüş çocuğunun tabutuna-elleri kelepçeli- sarılmak zorunda kalmaması" gibi muhtelif dileklerim de var. Ne yaparsın işte, burada yaşayınca böyle moda, müzik, eğlence gibi fani şeylerle kendini oyalıyor insan. Yoksa toplumun her kesiminde yaşadığın her günde karşıdan gelen nefret, hırs, sahtelik, mutsuzluk, olumsuzluk, baskı, timsah gözyaşları, mağduriyet oyunları altında ezilir gidersin. FAK!


Tuesday, October 1, 2013

Bitti !

Evet bitti! Ve şimdi bugünü heyecanla bekleyenler mutlu olabilir, isteyenler sayın bakanım dediği gibi kına da yakabilir. Nasıl keyifler yerinde mi, bitti işte. Merde! Merde! Merde!