Saturday, May 31, 2008
"Ölüm bizi ayırana kadar"
Efsanevi çift Bonnie & Clyde sonuna kadar beraber yaşamışlar; beraber bankaları soyup beraberce macera yaşayıp beraberce ölmüşler. Bir başka efsane çift Brigitte Bardot & Serge Gainsbourg bunun şarkısını söylemişler. Çirkin adamların başında gelir Serge Gainsbourg ama bütün sevgilileri güzeldir (şanslı çirkinlerden kendisi. ne yazık ki hepsinin kaderi böyle olmuyor) . Fransızların o spastik chanson geleneğinin aykırı isimlerinin en haysiyetli olanlarındandır.
Yıl 1968,
Büyük aşk yaşadığı Brigitte Bardot için Bonnie & Clyde albümünü çıkartıyor piyasaya ve albümü "Ces douze titres de Brigitte et de moi sont autant de chansons d'amour. Amour combat, amour passion, amour physique, amour fiction. Amorales ou immorales peu importe, elles sont toutes d'une absolue sincérité."
sözleri ile ifade ediyor.
Çok güzel şarkıdır. Sözleri uzun geldi yazmaya üşendim nasıl olsa fransızca bizimkiler anlar, gerisi dert değil.
Friday, May 30, 2008
Cuma eğlencesi # 20
Benicio Del Toro. Ötelerden bir erkek daha. Öyle sıradan güzel kadın sevmiyor galiba. Ne hoş... Smokini ile her şeyiyle güzel, take me down to the paradise city deyip giderim sıkıldım bütün iş yerinde.
Thursday, May 29, 2008
İpek ve satin
Yukardaki güzel (ama fonksiyonel değil). Reklam ise ayrıca komik. Hafiften Taş Devri'nin karikatürize edilmiş primitif insanların birbirlerini yerde sürerek taşımalarını andırsa da eğlenceli.
Yani Stella McCartney çamaşırları beni aşar diyeyim mamafih Agent Provocateur'umden çok memnunum. Okuduktan sonra elbette ki B. hemen sordu "ne o a.p.?" "kim o?" "ne aldın?" diye. Bir arkadaşım doğum günümde hediye çeki vermişti; onu bozdum, adamı da tanımam etmem müşteriydi orada, olay budur. Ama çok güzel, orası ayrı.
Yaz akşamı kaçamağı
Wednesday, May 28, 2008
Duvar: barcelona
Meleksi bir dokunuş
P.S. Ayrıca Blek le Rat'nın melekler şehri L.A. duvarlarına çizdiği melek pek uyumlu olmuş.
Pis bir tarih
*
Barcelona 'ya giderken yanıma almıştım ama dönüşte ebeveyn valizinde kaldığı ve ebeveyn & çocuk olarak aynı yerde yaşanmadığı için de bitirememiştim. Orijinal adıyla Historia Universal de la Infamia türkçesiyle de Alçaklığın Evrensel Tarihi. 1935 Jorge Luis Borges imzalı.
Serin bir ön-bahar yaşayan Barcelona günlerinin kitabıydı. Bankta, parkta yatakta okuduğum kitaptı, dün gece -yatakta- bitirebildim. Katil, hırsız ve düzenbazların kısa bir tarihini öğrenmiş oldum.
Tarih bazen (belki de çoğu zaman) kanlıdır. Tekrarları vardır, kadersizlikleri, acıları, beklenmedik kayıpları vardır. Dipsiz bir kör kuyu gibi insanları, olayları, toplumları içine çeker, bitince bitmiş olur ve yenisi hiç yaşanmamış kabul edilerek yeniden yaşanır.
Ayrıca tarih denilen şey, topluma olduğu kadar bireyin kendisine de pranga olur. Toplumlar tarihin ağırlığını, cezasını, yükünü hep çekerler. Bireyler de kendi kişisel tarihlerinin ağırlığını taşımak zorunda kalırlar.
Belki de en zoru budur insan hayatında. Yaşanmışlıklar, yaşanmamışlıklar, yüzleşmeler, acılar, anılar, hatırlanmayan ve bilinçaltına itilen acı anılar, deli gibi hatırlanmak istenen ama hatırladıkça verdiği yürek acısı sebebiyle düşünülmemeye çalışılan anılar, tercihler ve beraberinde gelen sonuçları, yapılanlar yapılamayanlar, kayıp giden gün ve geceler, kayıp giden insanlar, kayıp giden fırsatlar...
İşte kişinin kendi tarihi. Egrisiyle doğrusuyla, acısıyla tatlısıyla. Dışardan kimse bilmez anlamaz ama insan kendi tarihinde en çok kendisine dürüsttür. Kaçsa da görmezden gelse de gerçek çıkacaktır bir gün karşısına. En çok kendi canı yandığında "acı" denilen şeyi anlar çünkü o güne kadar soykırım olmuş, deprem olmuş, hastalık olmuş, ölüm olmuş her şey bir yere kadardır. Ta ki o güne, o pis tarihe gelinceye dek...
P.S. J. L. Borges de 1. Dünya Savaşı sonrası Barcelona'da yaşamış bir süre. Bilmek ilginç oldu; onun kitabını Barcelona 'da okurken onun da Barcelona yaşadığını öğrenmek. İşte bu yüzden tesadüfler güzel şey.Yukarısı biraz karanlık geldi ama öyle değil demek için tesadüfleri kullandım. Tebessüm ettim. Her şeye rağmen, yine de.
Tuesday, May 27, 2008
Karşı cinsin medeni hali
Bir de böyle olmayıp gayet hoş ve medeni olanlar var. Ufak tefek halleri olsa da genelde keyifli olabiliyorlar, hiç böyle durumları takmayıp karşılıklı keyifli yaşıyorlar. Beraber gülüp beraber içiyorlar saçmalıyorlar birbirleriyle gurur duyuyorlar vs.
whatever...
Bizimkiler için en zor olanı sevgilisine/karısına/hadi metresine de diyelim tam olsun iç çamaşırı almaktır. Alamazlar, utanırlar, seçemezler, rahat edemezler, soru soramazlar şu renk mi bu kap mı alsam diye. Neticede gergin hissettikleri oluyor. Dün bunun aksini gördüm. Pek de hoşuma gitti. Özenle seçişi, rahat rahat konuşması, ya acaba nasıl olur? diye düşüncesini paylaşımı. Medeni geldi. Hem de öyle böyle sıradan bir yerde değil; gayet seksi çalışanları olan açık pembe siyah kurdeleli, kapısında let them eat kate yazan dükkanda... A.P.'de.
İşin arka tarafı
Kıçının kılları ağırmış Julio Iglesias konser için geliyormuş ve her konser öncesinde olduğu gibi sözleşme ile beraber rider diye tabir edilen istek listesi de gelmiş. Bizim gazeteler "starın akıl almaz istekleri" gibi harikulade başlıklar atmışlar ama baktığım kadarıyla öyle uçuk bir istek yok. Oldukça sıradan, anlaşılabilir şeyler ki hatta bizdeki kendini bilmez şarkıcılarınkinden dahi daha anlaşılabilir istekler. Balık yemek istemiş her gün ki bu bir ispanyol için çok doğal bir şey. Diğerleri soyunma odasında taze meyve, meyve suyu, temiz havlu, peçete, atıştırmalık bir şeyler. Ha bir de Evian suyu. Aman yarabbim şu ecnebilerin Evian suyu ile yaşadıkları aşk beni benden alıyor. Hepsi "evian" içip duruyor. O kadar da kötü bir su ki bedava verseler içmem değil Makro'dan gidip alayım. Fakat su denilen şeyi bilmediklerinden kaynaklanıyor olabilir. Koy önüne temiz açılmamış suyu içiyor zaten. Bir de sanatçılara o kadar da her şeyi vermemek lazım. Yani neyi imzaladıysan o kadar. İşin bokunu çıkartabiliyorlar "ben 3 şişe black label demiştim, ama siz 2 şişe black label viski koymuşsunuz, çıkmıyorum o halde konsere" diye işte o zaman "hadi göster bakalım nerede istemişsin" deyip kapı gibi rider'ı gösterince her şey süt liman hale dönüşüyor. İsteklerini yapmak lazım ama arada bir diş de göstermek gerekiyor.
Bence Julio'nun listesindeki tek abartılı sayılabilecek hareket- ki bence pek değil- gümüş yemek takımı istemesi fakat araştırdım aynısını Aretha Franklin de istiyormuş.
Backstage manager olmak keyifli ama yorucu bir şey. Fakat o koşuşturma çok eğlenceli. Hele hele obsesif karekterdeki biri için o kadar detay ile uğraşmak rahatlatıcı bile oluyor. Ben zevkle yapmıştım; 3 ayrı grup, toplam 10-11 kişi, 2sinin rehberliği de bana ait, kız isterler ot isterler, küçük lamba isterler, yumurtanın sadece beyazından omlet isterler ama güzel ve sorunsuzdu. Gerçekten de gecede backstage de tek bir sorun bile çıkmamıştı. Galiba ben bu kadar ince detay isteyen işlerle uğraşmalıyım.
P.S.Kaprisli sanatçı isteklerini şöyle bir araştırdığımda en azgınlar tabii hiphop ve pop müzisyenleri. Hepsi mutlaka şampanya (genelde cristal), konyak (elbette hennessy. ayrıca neden konyak hiç anlamam. ses için diyeceğim değil bence amerikalı zencilerin hennessy, vsop, xo'a ayrı bir düşkünlüğü var). Fakat en bombası Gnarls Barkley'in bir kutu magnum marka prezervatif istiyor oluşları. Çok merak ediyorum o çirkin tiplere giden kızları ve o kutunun bir gecede nasıl bittiğini. Bravo diyorum performansa da kızlara da adamlara da...
Monday, May 26, 2008
Hard day working
Bu yıl Cannes'da en iyi film ödülünü kazanan Laurent Cantet'nin 2001 tarihli filmi L'emploi du temps. Beğenmiştim. 2000 tarihli Ressources Humaines de güzeldi.
Kendime adayayım bu filmleri. Çok yoğun çalışıyorum ya.... Hayat da ne garip döngü; önce sen çalışmazsın onlar çalışır sonra sen çalışırsın onlar çalışmaz. C'est la vie, mon gars...
Sunday, May 25, 2008
Never on sunday # 5
İlk Kasaba ile tanıdım. Kısa metrajından sonraki ilk uzun metrajıydı. Çok sevmiştim. Ağır geçen durağan bir filmdi ama beni çok etkilemişti. Yazın geldiğimde, hatırlıyorum Beyoğlu Pasajı'nın altındaki küçük ve sıkışık salonda seyretmiştim. En çok da yumurtayı kırmadan saklamaya çalışan çocuğun hikayesini hatırlıyorum. Sonra da eski dişçimin kardeşi olduğunu bizimkilerden öğrenmiştim ki o kadar çok iyi bir fotoğrafçıdır.
Mayıs Sıkıntısı ise sanıyorum en beğendiğim oldu. Yine durağan yine ağır ama yine o kadar etkileyici. Benim için yine bir tatile denk gelmişti sıcak yaz günlerinde görmüştüm.
Uzak 'ta ise kasaba, doğa, yeşil şehre inmişti. Ben de yeni dönmüştüm. Bu sefer daha çok aksiyon vardı filmde ama beraber yanımda götürdüğüme bu bile durağan ağır gelmişti. Cannes'da Altın Palmiye almıştı ama başrol oyuncusu olan akrabası festivalden önce bir trafik kazasında ölmüştü ve hatırladığım kadarıyla ödülü ona ithaf etmişti.
İklimler 'de ise artık her şey oturuyordu, duruşu, çizgisi, onu o yapan başkalığı iyice oturmuştu. Çok biliniyor çok takip ediliyordu. Film de zaten güzeldi.
Üç Maymun 'u ise daha görmesem de şaşıracağımı sanmıyorum. Güzeldir eminim ki. Tek korkum iyiden iyiye popüler iyiden iyiye hype (don't believe the hype!) olmasıdır. Gerçi sanmıyorum çünkü bu akşamki gibi "yalnız ve güzel ülkeme" gibi manalı bir lafı eden, bu kelimeleri yanyana getirebilen kendini bilendir, haysiyeti olandır.
*
Cannes...Hem glamour, hem de farklı olabilen bir festival. İşte bu yüzden güzel.
*
Eğer A.Y.'nin anneannesinin evini satın alsaydım kendileri ile maaile komşu olacaktım. Şimdi markete gittiğimde görüyorum karısı ve oğlunu ki karısı güzel bir kadın bence. Sadece giyinmeyi bilmiyor (ki gerçekten bilmiyor) ama beyaz tenli, kumral, ifadeli bir yüze sahip güzel bir kadın. Dönüşünde artık mahalleye gelen yıldızcıklar adamın evinin önüne çadırı kurarlar.
Saturday, May 24, 2008
O renklerde bir cuma gecesi
F.A. şampiyonluk yemeği verdi evde. Herkes vardı işte; o renklere bağlılıkla yetişen çoluk çocuk, dergi insanları, divan kurulu insanları, tribün insanları... Elbette şeref konuğu bendim-haliyle-. Kolay değil o renklere sarınmış, atkısıyla tişörtüyle gelmiş marşlarla tempo tutan insanın içinde tek olmak. Ancak öylesine coşkulu bir kalabalığın içinde tek olarak karşı tarafta bulunmak bence daha kolay. Belki onlardan değilsin ama orada hazır bulunuyor olman bile beklenmedik olduğundan karşı tarafta bir saygı uyandırıyor. O yüzden pek korkutmaz beni aynı görüşte olmadıklarımın yanında karşı taraf olarak tek olmak.
Kıssadan hisse yemekler güzeldi, keyifliydi, bol bol sataşmalıydı, anıların dile getirildiğiydi ama benim için en önemlisi 60 yaşında hala o renklere o takıma tutkuyla yaklaşan F.A. mutluydu, gerisi çok dert değil.
P.S. Yine de yemekler, masa, sunum vs. eğer J.A. seyahatte olmasaydı daha güzel olabilirdi derim ben. Her şey iyiydi güzeldi de ama ...
Friday, May 23, 2008
Maaile Cannes
Guy Ritchie 'yi yönetmen olarak da tip olarak da pek beğeniyorum. Evet sarışın ama var bir şey, viril bir durum. Sakallı zaten beğendim. Smokin ayrıca yakışmış. Karısını yine tutmuş belinden. Kendisinin belden, koldan sıkıca tutma durumu var resimlerde görüldüğü kadarıyla. İngiliz ama iskoç diye biliyorum ben. Haliyle iskoçlar ve irlandalılar daha bir barbar daha bir maço olurlar. Olabilir bence mahsuru yok. Hele Madonna'nın "I'm going to tell you a secret" belgeselinde seyretmiştim bu kadar mı eğlenceli bu kadar mı kool bir adam olabilir.
İşte festivalin altın çifti. Yorumsuz. Kısaca ayrı ayrı da beraber de güzel insanlar. Aynen bir yukardakiler gibi (elbette Woody ve Sun Yi -miydi acep- hariç).
Bugün yarın çalışmam lazım desem. Hatta birazdan çıkıyorum güneşe. Yarın hatta işe geliyorum desem. Aman desem. Hava sıcak desem. Olsun fırfırım bugün.
Cuma eğlencesi: Cannes
Jüri üyesi Natalie Portman da çok güzel bir kıyafetle. Ufak tefek güzel kadınlardan. Elbisenin rengi, fırfırı (ki fırfırdan zerre hazzetmem) pek güzel. Beyaz tende de daha bir güzel olmuş. Eldeki mor ojeler fazla ama boşver koy gitsin (bugünkü halet-i ruhiyem o kadar keyifli o kadar fırfır ki benzer bir elbiseyi ben giydim. valla ben bile şaşıyorum bazen işe giydiğim şuursuz kıyafetlere). Yılların yaşlanmayan, güzel yaşlanan insanlarından Goldie Hawn.Goldie Hawn güzel, kızı Kate Hudson güzel. Rahat kool insanların çocukları da öyle oluyor. Anne ne kadar gerginse çocuklar da o kadar geriliyor bir şeyler mutlaka geçiyor. Fakat elbise güzel klasik ama biraz fazla usturuplu. Roberta Cavalli tasarımı. Sadece gözlükler olmamış, ama umursamıyoruz bugün.
Güzel insanla bitirelim. Angelina Jolie Max Azria elbisesi ile pek bir mutlu pek bir güleç. Hamileliğin yaradığı insanlardan sanki. Tüm o suratsız, sert ifadeli hali gitti yerine gülen tebessüm eden bir kadın geldi. Çocuk bazılarında böyle bir etki yapıyor herhalde. Kendisi bütün Cannes resimlerinde mutlu mutlu, öyle kasmadan çıkıyor.Kendi güzel, sevgilisi güzel, çocukları güzel; tamamdır (ulan düşündüm, ben de mi böyle olacağım olursam? küstah halim gidecek mi çocukla çocuk mu olacağım? gayet komik olur)
songs n' motto # 6
Songs n' motto yazısına göre biraz teferruatlı oldu ama bu sefer de böyle olsun. Hatta sigara içenler dinlerken bir tane de keyif sigarası yaksınlar; müziğin güzelliği ile beraber daha da keyif alsınlar. Ne de olsa kışın sonu bahardır, kapanan her kapının ardından yenisi açılır.
time takes a cigarette, puts it in your mouth
you pull on your finger, then another finger, then your cigarette
David Bowie, "rock n' roll suicide", Ziggy Stardust, 1972, Virgin
P.S. Resim de gayet rock n' roll suicide oldu. Bekliyoruz maceraların devamını.
Thursday, May 22, 2008
songs n' motto # 5
Wednesday, May 21, 2008
O el
Kapak
Tuesday, May 20, 2008
Türk insanının çocukla imtihanı
Bu ilgi, sevgi durumu elbette ki benim ve çok sevdiğim çok yakınım olanların çocuğunda doğası gereği farklı olacaktır. Ki oluyor. Benim seveceğim ilk çocuk doğacak sonbaharda. Şimdi Windy City'de çok sevdiğim B.U. ile beraber yaşıyor, nefes alıyor. Geçtiğimiz ay varlığını ilk öğrendiğimde bende bir heyecan, sanki kendiminkini taşıyorum. Beni iyi tanıyan insanlardan olan B.U. çok şaşırmadı hatta mantıklı yorumlarını " herhalde ki seviyorsun çocukları. ayrıca elalemin çocuğunu sevmenin ne gereği var ki" diye yaptı. Şimdi takip ediyorum, ultrason resimlerine bakıyorum büyümüş mü diye. B.U.'yü çok sevdiğim çok farklı gördüğüm için olsa gerek tüm bunlar. Kısacası bende bir heyecan! Doğumdan sonra atlayıp Windy City'e gideceğim, o kadar sevindim.
Gelelim başlığa...Dün Mudanya'dan kalkan feribotta gerçekten türk milletinin bu imtihanı geçemediğinin göstergesiydi. Hadi bebeklere bir şey demiyoruz, dişi çıkıyordur gazı vardır huysuzdur olabilir ama 3 yaş sonrası çocuklar laftan anlayabilir diye düşünüyorum. Ancak çocuklardan öte aileler vahim. Kendi bilmez aileler, çocuğu ağlatan aileler, çocuğu şımartan sevimsiz aileler, konuşmayı bile beceremeyen cahil aileler her şey vardı ve kelimenin tek anlamıyla kabustu. O kadar ki "çocuklarınıza sahip çıkın" diye anons bile yapıldı.
İster public enemy ilan edileyim, ister kalpsiz gözükeyim ama benim için yabancı olan veya tanıyıp da yine yabancı olan insanların çocuklarından hoşlanmıyorum, onları sevimli, şeker, cici bulmuyorum. Ama benimki ve benim takımınkiler ayrı...
P.S. O kadar laf ettim ama şunu da gördüm ki, anne babası biraz daha medeni, biraz daha ortalamadan farklı olan ailelerin çocukları da gayet medeniydi. Sessiz, sakin, sevimli öyle illa sevimliliğini gösterip de şımaracak diye aptal akrobatik ve antipatik hareketlerde bulunmayanlar çocuklardı. İşte o çocuklarla uçağa da binilir, fil sırtında Hindistan'da da gezilir, elele pazar gidilip onun hasır çantasına taşısın diye elma da konulur.
P.S. (2) Gerçekten o kadar uçağa bindim, çeşitli ülkelerin havayolları ile uçtum ama bizimkilerin olduğu uçaklardaki kadar ağlayan, atlayıp zıplayan, yerlerde tepinen, koltuğu itekleyen çocuk görmedim (bebeklerin basınç ile ağlamasından bahsetmiyorum). Nedense beğenilmeyen ecnebilerin çocukları hiç böyle spastik çocuk hareketlerinde bulunmuyorlar da bizimkiler bulunuyor sadece.
P.S. Cunda
P.S. (1) Cunda'nın-bana göre-en güzel yanı, rakıya kattığı gözle görülmeyen, elle tutulmayan tadıdır. Rakı zaten güzel bir şey, müthiş bir keyif , buna bir de Cunda etmeni eklenirse, hele bir de masadakiler güzelse her şey zaten şahanedir. Rakıdan alınan her yudum boğazdan daha bir kolay, daha bir serin geçer.
P.S. (2) Türk pop müziği ne sever ne de dinlerim. Ancak bundan kaçış olmadığı için insan ister istemez karşılaşıyor. Bu müziğin belki de en dallama adamlarındandır Kayahan. Aman yarabbim o nasıl bir ego, nasıl bir sevimsizlik, nasıl bir göbek? Neyse açılan sohbetlerde öğrendik ki kendisinin evi, malikanesi neyse ne artık Ayvalık'taymış o da her yıl gelirmiş spastik özürlü gibi duran ailesi ile. Fakat gerçek Ayvalık ahalisi kendisinden zerre hazzetmezmiş. Yalakası vardır elbette de duyduk ve gördük ki adını duyan çoğu Ayvalıklının yüzü renk değiştiriyor, söylemediğini bırakmıyor. Zaten yüzünden akan sevimsizliğe inanırdım, duydum daha da bir kanaat getirdim.
P.S.(3) Söylemişti de inanmamıştım. B.r.g. Gitmeden önce, doğum günüm günü "Cunda'da doğum günün için rakı kaldırırız" demişti. Yaptık. Hiç beklemiyordum. Yine tebessüm ettim ve neredeyse yapıştı kaldı yüzüme. Severim B.r.g'ı. Zamanında beğenmişliğim bile vardır. Güzel şey düşünmek.
Bref, her detayı yazmadan çok da güzel, pek de güzeldi.
Uyumadan önce, kısaca
araba yolculuğu, on the road, jack kerouac, m.,b. (evet r. eksik), cunda, ortunç, yeşil, lacivert, deniz, yakamoz, zibidi kıyafetler, soğuk ilk gece deniz (kötü),vino (daha da kötü), ama yine de her şey güzel, zeytinyağı, ikinci gece ada (orta) ama eğlenceli, papalina 15 temmuz, ayvalıklıların kayahan nefreti, kara efe, yeni rakı, üçüncü gece papalina ( şahane), deniz kıyısı ama daha da bir deniz kıyısı, dondurma (m. cebime dondurma parası koydu ), diva ahmet, şaşkınlık, ara sokaklarda fasıl, black, back to black, güneş, rüzgar yanığı, müzik tutkusu ve durmaksızın müzikten konuşma...güzeldi, keyifliydi, mutluydu...eve döndüğümde deniz kızı gibi deniz kokuyordum-girmemiş olsam da. deniz kokusuydu o.
Thursday, May 15, 2008
pas de ...
O halde bu cuma eğlencesi oradan da yazmayacağıma göre dönüşe kalır. Ben o dönüşü çok merak ediyorum ya hadi neyse.
Dürbünleri hazırla!
2 gündür savaş gemisi var ama ilk defa gördüğüm için çok anlamlandıramadım. Az önce haberlerde öğrendim ki gemi ingiliz gemisiymiş ve kraliçeyi bekliyormuş. Kraliçenin şehirdeki son programı demirlemiş ingiliz savaş gemisini ziyaret edecekmilş. Yani ben o saatlerde evde olursam ki erken kaçmayı düşünüyorum çünkü daha bavulum hazır değil çünkü yarın sabah cunda bekler bizi, elime dürbünü alır tam önümdeki gemiye bakarım kraliçeye de "oh your highness" diye bağırıp Sex Pistols'dan God Save The Queen" çalabilirim. Tabii benim onları gördüğüm gibi onlar da beni görebiliyorlar.
Wednesday, May 14, 2008
Bitti
Gerçi ülkesinde geçen sene bitmişti ama bizde bu akşam bitti. Kimileri sönük mönük dese de bence bitmesi gerektiği gibi bitti. Öyle saçlamaladan, abuk subuk sahneler eklemeden bitti ve muamma bıraktı. Aile yaşayabilecek mi, Tony Soprano öldürülecek mi ... bilmiyorum ama bence güzel bitti. Bitmesi gerektiği gibi saçmalamadan bitti.
Böylece zaten pek seyretmediğim televizyonda bir dizi daha gitmiş oldu. Gerçekten yeni nesil 24, Prison Break, Lost gibi dizileri hiç almayayım; ilk birkaç bölüm ilginç, oyuncular yakışıklı/güzel ama o kadar gerisi gelmiyor (bir tek fransa'dan beri seyrettiğim law&order var) . Ya da ben çok sıkılıyorum bu tip sürekli aksiyon yüklü sürekli saçmalık gerçekleşen dizilerden. Güzel bir kadın/yakışıklı bir adam olmada bir konu olsun, 5 dakika birisi koşmadan adam öldürmeden uçak düşmeden geçsin.
whatever...
Festival heyecanı
Öyle bireylerin katılabildiği bir festival olmasa da Cannes Film Festivali belki de en etkili, glamour festivaldir. Fransa'nın güneyi zaten bir glamour havaya sahiptir. Cannes, St. Tropez, Cote d'Azur, Monte Carlo, Monaco tarafı. Diğer tarafı Bayonne ve Biarritz de fena olmasa da riviera değildir.
Cannes'ın 61. yılı bu yıl. Merdivenlerden çıkacak yıldızları kırmızı halıya getiren arabalar hala Renault. Kenarda bekleşen bağırıp duran fotoğrafçıların hepsi smokinli. Zorunluluk bu. Bizde de yapmaya çalıştılar Antalya Film Festivali'nde ama olmadı. Smokin giymesi kolay şey değil (taşıyabilmenin dışında), hele hele o halde fotoğraf çekmek filan iyice zor.
Festivalin afişi David Lynch'e saygı niteliğinde yapılmış. Başkanlığını Sean Penn'nin yaptığı jüride Natalie Portman, Persepolis'in yaratıcısı İran kökenli Marjene Satrapi, sevdiğimiz italyan erkeklerden Sergio Castellito vs bulunuyor. Indiana Jones var (ki heyecanla bekliyorum, hemen ilk sırada seyretmek istiyorum), Atom Egoyan'nın Adoration'ı, Benicio Del Toro'lu Che, Clint Eastwood, Woody Allen filmleri var.
Her gün festivalden haberleri seyredemeyeceğim ama Cunda'dan okurum artık gazeteleri. Akşam rakı içerken de dedikodusunu yaparım...
Taşıyabilmek
Tuesday, May 13, 2008
Wish list # 2
Canlı yayın
F.A. şu anda canlı yayında. Heyecanlı olduğunu sanmıyorum ama anlatırken kendisini fazla kaptırıyor bence. Sanıyorum bir de Ahmet Hakan'nın salakça sorularına tepki gösterip, nasıl hala anlamadığına sinirleniyor. Ama güzel olmuş gömleği ceketi. Kravat takmayan bir insandır kendisi. Gerçi karşısında Hasan Cemal gs kravatını takmış oturuyor. Kalıbımı basarım ki reklam aralarında F.A.'nın vereceği gs yemeğini konuşuyorlardır.
A. ailesindeki canlı yayında en kool insan J.A.'dır. Ben böyle haysiyet böyle ağırdan alış görmedim. Nuray Mert'i ...sokup çıkartmışlığı vardır ki hala hatırladıkça çok gülerim.
Canlı yayından kısa kısa blogda satır satır....
İrlandalı ve güzel
Sabah sabah "sadece"
Yine de arada bir bu eksikliğim bazen bir hissiyat yaratmıyor değil.
Aşağıdaki gibi. İçimden geldi yazayım, "şansımı" bir kez daha dile getireyim, beni bilenlerin bildiği gibi güleyim dedim.
*
Dördümüze
Geldi dört güvercin
suda yıkanmak için
Su mahpushane yalağındaydı
Ve güneş
güvercinlerin
gözünde, kanadında , kırmızı ayağındaydı.
Girdi dört güvercin
yıkanmak için
suyun içine.
ve kederli toprakta dört insan
baktı dört güvercine.
Güvercinler hep beraber
güneşi taşıyıp kırmızı ayaklarında
uçabilirler.
Durdurmaz onları demir ve duvar.
Güvercinlerin yumuşak kanatları var.
Ve kanatlar
Şimdi burada, şimdi damın üzerinde.
İnsanların kanatları yok
İnsanların kanatları yüreklerinde.
Dört güvercin
güneşe varmak için
yıkandı, uçtu sudan.
Nazım Hikmet, İstanbul Tevkifhanesi, 1938
*
Elbette kelimelerin anlamı, metaforları tek ifadeli değil; başka başkadır. Ne de olsa Nazım'ın şiiri bu. Ben ise kendi istediğim gibi algıladım, hoşuma gitti, gülümsedim ve içimden geldi. Ne de olsa şiir böyle bir şey; herkes kendisine göre algılayabilir, kendi içindekine göre hissedebilir.
Bu arada ben ve "içimden geldi" halim hiç değişmeyecek galiba.
Sunday, May 11, 2008
Pasta, çiçek
Gül insanı değilimdir, öyle gülden yapraklar serpilmiş bir yatağı romantik bulanlardan filan hiç değilim. Sevdiğim tek gül "reçel gülü". Yani bahçe gülü oluyor, ağaçlarda yetişen bütün bahçeyi kokulara boğan. Bugün topladım, eve getirip gül kokusu saldım. Çok güzeller.
Gerçekten bu yılki kadar pasta yememiştim, kesmemiş ve çiçek almamıştım.
Gereksiz
Kıskançlığımdan/mutsuzluğumdan değil bu hissiyatım bu düşüncem. Evet, mutsuzum ama hayır, kıskandığım bir durum yok; hayat bu olur böyle şeyler top yuvarlak. Ancak utanç duydum. Şu hareketten. Gerisi olmuş bitmiş eyvallah hatta bravo ama kafeste aslan getirmek, gezdirmek, sesini hoparlorden dinletmek ... Kepazelikten başka şey değil.
Nefret edenler etmeye devam edebilirler, düşüncem budur, değişmeyecek de.
Kısaca # 2
O halde her şeye ...
benden olsun ...
çünkü ...
şans ...
Saturday, May 10, 2008
Kısaca
Part two kısacık saçlı bir Sekvotka.Sekvotka, doğum günü hediyesi olarak şampanya patlatması, Yan, anons, tebrikler, Roxy, Cantona...
Kısaca gece.
Bitti mi? Hayır, arkası yarın
Friday, May 9, 2008
Cuma eğlencesi # 19
Bence yapma platin sarışınlık, iğrenç bir solaryum yanıklığı ile paçozluk görüntüsünde 1 numaradır Donatella Versace. Ayrımcılık olacak ama Napoli'li fakir aile çocuğu, parayı bulunca ne yapacağını şaşırmış vaziyette. Üzerindeki kendi tasarımı. Güzel, kötü değil ama "vay be" dedirtecek bir şey de değil.
Veee...Yani Anna Wintour gibi bir kadını şöylesine futuristik bir elbise içerisinde göreceğimi söyleseler inanmazdım. İnanmak gerekirmiş hayatta her şey oluyormuş herkesten her şeyi beklemek gerekirmiş. Elbise Chanel Haute Couture. Muhtemelen tek bir tane yapılmıştır. Biraz Starwars kıyafetleri gibi olmuş Prenses Lea'dan hallice. Ben de mi kendimi değiştirip biraz futuristik olmaya çalışsam...?Yok bu renk bana olmaz sanki, fazla beyaz kalırım.
Biter gider cuma eğlencesi....
Thursday, May 8, 2008
Erken kutlama
Bitti mi? Hayır. Arkası yarın.
Sabah heyecanı
Bilinçli bireyin eve dönüş saati
Gayet medeni bir saatte döndüm mü? döndüm
Gayet medeni bir şekilde tek bir kadeh içki içtim mi? içtim
Gayet bilinçli bir şekilde hastalığımın farkına vardım mı? vardım
Ama gayet korunaklı, havaya uygun şekilde giyindim mi? hayır... yine her zamanki gibi havaya uygun giyinmeyi başaramayıp keten pantalon çorapsız ayakkabı ve kısa kollu gömlek ile çıktım.
P.S. real madrid'i sevmediğim için elbette sonuca çok üzüldüm (gezip tozarken sonucu nasıl gördüğüme gelirse, t.d. diyeceğim). fakat bir takımı o kadar sevmezken o takımın en sevilmeyen adamı sevilir mi? kim ne derse desin ben guti'yi pek severim. biliyorum ki kendisi o pek asil bulunan takımın en sevilmeyen adamlarından ama nedense seviyorum. kendisinin bayağı bir sokak çocuğu görüntüsü, hali, tavrı var. benim hiç öyle çoğu kızda gözüken "kötü adam beğenme sendromum" yoktur, hiç sevmem marazlı insan, marazlı insan ile uğraşmayı, onu iyileştirmeye çalışmayı. ancak sokak çocuğu başka. sokak çocuğu ile beraber eğlenilir, gezilir, dolaşılır, gülünür, ağlanır, içki içilir, türlü saçmalıklar yapılır ve eğer tutarsa gayet iyi anlaşılır. kısacası sokak çocuğu sanıla kötü adam değildir benim için. o yüzden de guti'yi seviyorum.
Wednesday, May 7, 2008
Main dans la main
Tuesday, May 6, 2008
Kısa mesaj # 2
Çok sakin, çok yoğun, çok çalışkan bir vaziyette ofisimde otururken gelen mesaj bir anda kanı beynime fırlattı (demek ki neşeden çok sinir katmış bu seferki).
Aynen yazıyorum: "oy bebeğim benim, kendi doğum günü kutlamasında bizim şampiyonluğumuzu mu kutlicaaaaak?" Okuduğum anda yemin ediyorum yüreğim sıkıştı, anlamaya çalışıyorum durumu ne alaka nasıl yani diye. Olay şöyle ki malum gün cuma olsa da benimle aynı gün doğmuş olan çok sevdiğim Z.'ye ertesi gün burada olamayacağından kendi kutlama günümü verdim ve benimkini cumartesi günü yapmaya karar verdik. Burada sorun yok ancak o manasız takımın maçı da cumartesine alınmış. Ya bu talihsizlik değil de nedir? Of ya ben dışarda olacağım, güzel güzel giyinmiş, keyifli bir şekilde fantastik yemek yerken, hafif çakır keyif, bayağı mutlu vaziyetteyken her taraf o renklerle kaplı olacak, bağırıp çağıran bir sürü manasız insan olacak, trafik kilitlenecek, yüreğim sıkışacak... "Neden" diye haykırmak istiyorum.
P.S. Elbette M.'ye cevabım "öldürürüm seni" şeklinde oldu ama nafile.
P.S.: futbol
Az önce bir tanesini gördüm. Bayağı uzun, ince, öyle çirkin de değil ama itici ve üzerindeki o şort, o forma, o hal tavır, o "ben futbol oynuyorum nasıl da herkes bakıyor bana" hali, o racon ifadeli topa koşuş. Kötü diyeceğim, o da değil, antipatik işte, "ama" işte.
P.S. (2) O takıma karşı olan sevmeme halim, beslediğim duygular gayet aşikar vaziyette. Günün bombası son maçlarını seyircisiz oynama ihtimalinin olması. Bu kadar sevmem, bu kadar hazzetmem ama böyle bir düşünceyi de onaylamam. Ne kadar gereksiz hareket! Ben hala umutluyum ama onlar şampiyon oldular gibi. Şampiyon olmaya bir adımı kalmış bir takıma böyle bir şey yapılır mı? Neyi neye kime kanıtlama iddası bu. Aksine güven sarsmanın en güzel yolu. Bu arada kararın sebebi de küfür. Ulan sanki Ali Sami Yen, Heysel Stadium'a dönüşmüş de son maçı seyircisiz oynatacaklar. Müthiş saçma bir karar-eğer çıkarsa. Bir o kadar da gereksiz.
Bu da muhtemelen benim o takımı bu kadar savunduğum tek olaydır. Ama haklılar.
Yakalanma hali
Kırmızı yanan ışıklarda camlardan yapılan komik sabah konuşmalardan sonra tam gidecekken gülerek "mesain 10'da başlıyor galiba" demesi benim de "aha haha saat daha 10 değil ki" gibi afallamış laflarım ...
Az önce yan odada elimde kahve ve elma ile ayaklarımı önümdeki masaya gayet rahat sanki balkonumun trabzanına ayaklarımı uzatmışım gibi vaziyette karşımdakilerle sohbet ederken francophone olan kendi patronumun girip beni o halde görmesi ve -yine gülerek- "ooo mademoiselle hiç rahatsız olmayın" demesi ve benim bu sefer cidden utanmam ....
Bugün yakalanma günüm galiba. Ama gerçekten de sabah erken geldim. 10 bile değildi ki bilen bilir elimi kolumu sallaya sallaya geldiğim olmuştur -ki yarın sabah öyle geleceğim. Fakat herhalde yakında atacaklar beni.
Monday, May 5, 2008
Hafif gecelerin şarkısı
Ayrık otu gibi olduğum için en sevdiğim şarkısı en sevilenler değil daha arkada kalanlar, Is it a crime gibi olanlardır.
Hafif, camların açık olduğu yaz gecesi olsun, her şey serin, rahat ve keyifli olsun ve Is it a crime çalsın...
Is it a crime- Sade, Promise, 1985, record company: Epic
It may come, it may come as some surprise
but I miss you
I could see through all of your lies
but still I miss you
he takes her love, but it doesn't feel like mine
he tastes her kiss, her kisses are not wine, they're not mine
he takes, but surely she can't give what i'm feeling now
she takes, but surely she doesn't know how
is it a crime
is it a crime
that I still want you
and I want you to want me too
it divides and it jumps and it ripples like the deepest ocean
I can't give you more than that, surely you want me back
my love wider than victoria lake
taller than the empire state
my love is wider, wider than victoria lake
my love is taller, taller than the empire state
Bir haftalık fark # 2
Ben geçtiğimiz 5 günde kendimi çökmüş buldum ama fantasik 4'lüye öyle gelmemiş. Hele aynaya baktığımda ... her daim kendini beğenen, ben hiç beğenmedim. Ancak doktora gittiğim günden bu yana çok daha iyiymişim. O kadar ki doktor beni tanımadı. O kadar sohbetten sonra önce sıradan gözlerle bana baktı sonra da "aaa siz misiniz mademoiselle tanıyamadım o kadar iyi gözüyorsunuz" dedi.
Dışardakilere göre iyi ama bana ve benim aynama göre bence değil. Sonuç iyiymişim, farenjitmişim hem de muhtemelen kronik olanından.
P.S. Bu arada Levent metro çıkışından akmerkez'e gitmek ne kadar uzun sürüyor artık. Yollar, yönler değişmiş, her şey birbirine girmiş 5 dakikalık yol 15 dakikaya çıkmış.
Sunday, May 4, 2008
Bir haftalık fark
eve kapatılmış hasta arkadaşlarını ziyarete gelen ve de maçı seyrederken bağırıp çağıran fantastik galatasaraylılar, tek başına sevinen ben, telefonda bağıran, tezahurat yapan 60 yaşında bir adam, sivas'ın kazanmasını istemeyen bir beşiktaşlı (ve fenerli ki benim için bunu söylemek güç ama sivas'ın kazanmasındansa o takımın kazanmasını istedim ki, duygularım biliniyor zaten), afrika'dan gelen melek, beyaz çiçekler, hastalık ilgisi...
Evet arada bir haftalık var. Az zaman değil. 7 gün. Ha bu arada, geçen hafta fantastiğin ötesinde fantazi olurmuş. Zut!
Şarkı isteme saati # 3
Yıl 1973...
Led Zeppelin numaralı albümlerinden sonra Houses of Holy' ı çıkartıyor. Şarkının ismi D'yer Ma'ker. Garip isimli bir şarkı. Albümün plak şirketi yine Atlantic Records. Ben Led Zeppelin hayranı değilimdir, sevdiğim şarkıları, albümleri vardır ama öyle 15 dakikalık şarkılar beni sıkar. Hele bir de en popüler olanları mümkünse almayayım.
Bu şarkıyı keşfim de Axl ve diğer çocukların peşinde yabancı dergi vs toplarken olmuştu. Orada okumuştum ki 1973 tarihli bu şarkı Axl'ın en sevdiği şarkılardanmış. O zamanlar öyle albüm filan bulunmuyor, yine bir yerlerden çektirdim herhalde öyle bir şey, kaset hatırlıyorum.
whatever...
Çok eğlencelidir. Öyle bayık aşk şarkısı gibi değildir ama tam bir aşk şarkısıdır. Robert Plant'ın sesinden kızların o zamanlar nasıl tahrik olduğunu anlıyor insan. Hele bu şarkı bunun güzel bir örneği. Biz olmuyoruz tabii çünkü ne de olsa kendisini keşfettiğimizde malum kıçının kılları ağırmıştı, haliyle sesten tahrik de bir yere kadar, görüntü de önemli. Müziği kadar sözleri de çok eğlencelidir, görüleceği gibi bol bol "oh oh " ve "ay ay" var. Gayet tahrikkar yani...
oh oh oh oh oh oh,
you don't have to go
oh oh oh oh oh
you don't have to go
ay ay ay ay ay ay,
all those tears i cry
ay ay ay ay ay
all those tears i cry
oh oh oay ay,
baby please don't go.
when I read the letter you wrote,
It made me mad mad mad
when i read the news that it brought me
It made me sad sad sad,
but I still love you so
I can't let you go,
I love you- ooh baby I love you!
oh oh oh oh oh,
every breath I take
oh oh oh oh oh
every move I make
oh oh oh oh oh,
baby please don't go
oh oh oh oh
you hurt me to my soul
oh oooh oh,
darling please don't go.
when I read the letter you wrote,
It made me mad mad mad
when i read the news that it brought me
It made me sad sad sad,
but i still love you so
I can't let you go,
I love you- uuh baby I love you!
Sokak # 2
Diğer amerikan şehirlerinde de olsa da bildiğim kadarıyla en çok New York'ta görülen bir olay bu spor ayakkabıların elektrik kablolarından sallandırılması. Tam olarak anlamı bilinmiyor hatta amerikan gazetelerince bir şehir efsanesi-urban mythe. Ancak uyuşturucu satılan dairenin gösterilmesi, polisin yaptığı baskının protesto edilmesi gibi geniş bir açılımı var, kimse de kesin bir ifade ile şudur/budur diyemiyor.
Burası Brooklyn. New York'un biraz daha entellektüel kalan borough'su. Herkesin pek bir sevdiği yazar Paul Auster, Spike Lee, Beastie Boys, Walt Whitman, Wu Tang Clan üyelerinin çoğu, Barbra Streisand, gangsterlerden Al Capone, Bugsy vs. hepsi buradan çıkma. Anlaşılan verimli sokaklar burası.
Saturday, May 3, 2008
Big money
Sokak demişken "the streets"
78 Birmingham doğumlu, Mike Skinner aka The Streets. Bugün 30'una gelse de albümünü yaptığı 2002'de daha genç bir insan ve " Original Pirate Material "albümü büyük bir başarı kazanıyor.
Şarkı albümdeki ikinci şarkı "Has it come to this ?" Albümün kapağı Gary Oldman'nın Nil by Mouth filminde anlattığı işsiz işçi sınıfı konutlarından bir kesit gibi.
original pirate material
yer listening to the streets
Sokak
Street Culture denilen kitapta gördüm ki şu parlak spor ayakkabıları NYC sokak kültürünün kült bir parçasıymış. Markası Nike. Nike Dunk Wet Look. Nike seven bir insan olmadığım için bana bir şey ifade etmiyor ama sokak kültürünü sevdiğim için güzel geliyor. Bir de bu öyle herkesin sokağa çıkarken giyebileceği bir şey değil; taşıyabilmek gerekiyor. Kim bilir belki de djlik yapmak, plaklarla haşır neşir olmak, graffiti sanatçısı olmak gerekiyordur. Bir zorunluluk değil elbette ama başka bir şey sokak kültürü başka bir şey. Bizde var mı? Evet ama o bildiğimiz, kitaplara geçmiş, fotoğraf karelerine sığdırılmış bir şekilde değil. Yani Street Culture gibi havalı kitaplarda yer alan bir durum değil.