Monday, April 30, 2007
Breathe ...Respire... 2
1960 yılı...
John Coltrane Atlantic Records'dan My Favorite Things albümünü çıkartıyor. Piyanoda McCoy Tyner, davulda Elvin Jones, basta Steve Davis eşlik ediyor kendisine.
Buradaki kayıt hem kötü hem de albüm versiyonundan 3 dakika daha kısa ama yine de her şekilde My Favorite Things'dir çalan, saygı duymak lazım. Beste aslen Richard Rodgers'a ait olup Robert Wise imzalı Sound Of Music filmi için yapılmıştır.
Tahminimce davulda yine Elvin Jones ve piyanoda Mc Coy Tyner var ancak bastaki kim çıkartamadım. Ancak grubun sürprizi ise flütte görülen Rahsaan Roland Kirk'tir.
Sunday, April 29, 2007
Insomnia
1996 yılı...
Çıktığında neredeyse müzik listelerinde patlamalar yaşatan şarkı. Hoş, Faithless gibi iyi bir grubun da bu kadar popüler bir şarkıya sahip olması biraz talihsizlik olarak da düşünülebilir çünkü değiştiremeyecekleri bir "Insomnia'nın grubu" diye bir etiket var üzerlerinde.
En güzel günleri 90ların son yıllarında yaşanan Roxy'de çalındığında sahne çökecekmiş, kalabalık içine alacakmış gibi olurdu.
O günlerden hatta daha eskiden beri yanımda. Değişsek de, farklılaşsak da biz pek değişmedik, birbirimize dair yine aynı kalabildik. Bugün de Roxy'nin sahnesinde timsah yapabilir, seviyesiz arkadaşlığımıza seviyesizlik katabilir, teklifsizliğimiz sonucu gecenin 3'nde aradığında atlayıp yanına gidebiliriz.
Pazar günü doğum günü kutlanmaları sönük olacağından, dün yine fevkalade bir organizasyonda çekirdek sayılabilecek bir grupla kutladık. Gecenin sonu epey bir bulanık da olsa, güzel bir geceydi. Meyhane, rakı, bizim küçük tayfa ve kendisinin rezil deutsche schule sınıf arkadaşları(ki çok severim kendilerini) ...
Dostum dediğim insanlardandır, ki kadim dostumdur. Öyle kompozisyon ödevi gibi sayfalarca yazıp güzelliği bozmanın alemi yok. Severim işte kendisini. Bu kadar.
Sadece, doğum günümde burada olmayacağından dolayı kendisine ayrı bir kızıyorum (topsun işte, var mı?) ama " yavrum doğum günün kutlu olsun" !
P.S. Insomnia durumları ise...meğer dün gece Roxy'de Mousse T varmış ve Insomnia'yı çalınca hatırlamadan edemedim sahnede Bursaspor gibi timsah yaptığımız günleri. Bir de yine o yıllardaki "20" geceleri var ki, "Sokak kızı Irma" filmindeki Moustache'ın dediği gibi that's another story...
Friday, April 27, 2007
Sabah Keyfi III
2002 yılı...
1995 yılındaki ilk albümleri "Do you like my tight sweater" albümünden beri takip edilen Moloko, beraber yaptıkları son albüm olan Statues'ı çıkartıyor (cool ve güzel insan Roisin Murphy ile Mark Brydon'nın aşk hayatları da bitiyor bu albümle).
Şarkıyı ilk tv'de görmüş yine bir heyecan hali yaşamıştım. Duvardaki Bruce Lee posteri, Roisin Murphy'nin ayağındaki 40'lı yıllar mafya tarzı ayakkabıları, sözlerin ve melodinin etkileyiciliği euphorique bir ruh haline itmişti beni. Sanıyorum ocak-şubat aylarıydı , daha döneli 4 ay bile olmamış, ağır mutsuzluk/memnuniyetsizlik zamanlarıydı. Eski şehre yeniden adaptasyon, aile hayatına geri dönüş, yeni bir insanla beraberliğin garip ilk zamanları...Her şey geçiyor işte zamanla. Hiçbir şey aynı kalmıyor, su gibi yatağını değiştiriyor. Ayrıca bazen familiar feeling yaşanınca daha da bir mutlu oluyor insan (bir de sabah mahmurluğu desek...)
P.S. Blog'u okuyan bir arkadaşım "senin o güzel Roisin buraya konsere geldiğinde otoparkçı çocuğu pek bir beğenmiş, bilgin olsun" dedi. Bir yaşıma daha girdim; hani festivallerde, konserlerde böyle sanatçı-rehber/tercüman aşkları yaşanıyor biliyoruz da sanatçı-otoparkçı ilk defa duydum.
nothing can come close
I never doubted it
what’s for you will not pass you by
I never questioned it
It was decided before i asked why
It’s all there ever was
and It’s all there ever will be
how could you have questioned us?
It’s yourself you deceive
nothing can come close
to this familiar feeling
we say it all without
ever speaking
hush now
no need to say the words
at first sight you perfectly heard
love in all It’s entirety
is no less than we deserve
I saw, your face
some place
I felt this feeling before
is it deja vu?
do I somehow know you?
nothing can come close
to this familiar feeling
we say It all without
ever speaking
Thursday, April 26, 2007
Sabah
Uzun zamandır olmamıştı ama bu sabah -yine-beynimde şarkı melodisi ile uyandım. Nasıl olduğu hakkında bir fikrim yok sadece rüyamda mırıldanıyordum, sabah da mırıldanarak uyandım. Hangi şarkı mı? Çok şaşırtıcı olmayan şekilde, Isaac Hayes "Moonlight Loving".
London Calling
1979 yılı...
Bir yanda disko fırtınası, Bianca Jagger'ın at sırtında girdiği Studio 54 günleri, bir yandan da Ankara doğumlu Joe Strummer imzalı The Clash'ten London Calling albümü...
VH1'da tesadüfen 80'ler countdown'u yakaladım da oradan esinlendim akşam akşam. Ayrıca pek severim The Clash'ı. Hani bugün Missoni filan da, o günlerde sadece siyah renk ve dr. martens giydiğim için anı mahiyetinde olsun bu post dedim.
london calling to the faraway towns
now that war is declared-and battle come down
london calling to the underworld
come out of the cupboard, all you boys and girls
london calling, now don't look at us
all that phoney beatlemania has bitten the dust
london calling, see we ain't got no swing
except for the ring of that truncheon thing
the ice age is coming, the sun is zooming in
engines stop running and the wheat is growing thin
a nuclear error, but i have no fear
london is drowning-and i live by the river
london calling to the imitation zone
forget it, brother, an' go it alone
london calling upon the zombies of death
quit holding out-and draw another breath
london calling-and i don't wanna shout
but when we were talking-i saw you nodding out
london calling, see we ain't got no highs
except for that one with the yellowy eyes
the ice age is coming, the sun is zooming in
engines stop running and the wheat is growing thin
a nuclear error, but i have no fear
london is drowning-and i live by the river
now get this
london calling, yeah, i was there, too
an' you know what they said? well, some of it was true!
london calling at the top of the dial
after all this, won't you give me a smile?
i never felt so much a' like
P.S. Countdown ilerliyor, sıra GN'R'a geldi...Ne günlerdi ama...
Wednesday, April 25, 2007
Yolunu değiştirmek
Monday, April 23, 2007
Isaac Hayes konseri
Bir daha yazmayı düşünmez ve sakin sakin kahvemi içerken Secret Omen'dan gelen bir mesaj ile kahve mahve fışkırdı ağzımdan. Isaac Hayes geliyormuş......!!!!!
Daha dün Isaac Hayes ile ilgili yazarken şu adam bir gelse filan diye düşünüyordum ki sabaha karşı yeşil ışıklı mesaj kutusu yanmış ve hiç tanımadığım ama benzer müzik zevklerine sahip olduğum kişi bana bu mesajı bırakmış. Earth Wind And Fire, Chaka Khan, Isaac Hayes ve Kool & The Gang'nin temmuz sonundaki konserleri...
Ufak çaplı şoktayım, arayıp uyandıracağım şimdi Sekvotka'yı.
Bu arada gerçekten keşke başka şeyler de dileseymişimmmm şu hayattan. Yani daha iki gün önce "keşke" diyordumm...
Konserler Temmuz sonundaymış, yani bütün tatil planları iptal, hiçbir yere gitmem ben, Isaac Hayes'in kapısında beklerimmm. Bir de Stevie Wonder olsaydı, herhalde şurada genç yaşta kalp krizi geçiren diye gazetelere çıkardım.
Ho! ho! ho!
Sunday, April 22, 2007
Confessions on the dance floor
Koku
Kimilerinin koku ve tat duyusu az gelişmiştir, bütün bu heyecanlı durumları bu denli ayrıntılı şekilde algılayamaz, seçemezler. Şanslı olanlar ise, duyduğu bir parfümün kokusu veya ağzına attığı bir yemeğin tadı ile anılarını yaşar bir kez daha.
Parfüm seçilmesi, taşıması zor kokudur. Ya da hiç bu kadar önemli olmayıp altı üstü bir şişelenmiş kokudur deyip, sıkarsın üç kere pıst pıst diye, sonra da uçar gider zaten. Yine de önemli olduğuna dönersek, her tende, her kişide aynı koku benzer bir şekilde durmaz; birinde çok etkileyiciyken diğerinde hacı yağı etkisi yaratabilir.
Geçen gün kuaförden çıkarken hırkamı bulamayan yardımcı kız "hırkanızı önce bulamamıştım ama sonra kokunuzdan tanıdım, siz gibi kokuyor" deyince, hele hele dün Yeşilköy'de her tarafı sarmış mor salkımları da görüp koklayınca benim için algısı önemli olan koku-tat mevzu bir anda gündeme düştü. Parfümümü-kesinlikle- seviyorum, o parfümü seviyorum, mor salkım kokusunu, şehir kokusunu, denizin tende kalan tuzlu tadını seviyorum, ....
tıpkı Proust'un madeleine'leri gibi.
...Elle envoya chercher un de ces gâteaux courts et dodus appelés Petites Madeleines qui semblent avoir été moulés dans la valve rainurée d'une coquille de Saint-Jacques. Et bientôt, machinalement, accablé par la morne journée et la perspective d'un triste lendemain, je portai à mes lèvres une cuillerée du thé où j'avais laissé s'amollir un morceau de madeleine... Marcel Proust, à la recherce du temps perdu. du côté de chez Swann
Friday, April 20, 2007
Cumanın dayanılmaz hafifliği
O kadar ki, öğle vaktinde gittiğimde banka şubesi dahi keyfimi bozamadı.
Gitmişim banka şubesine çok kısa bir işim var, banka da kalabalık değil sıranın gelmesini bekliyorum. Beklerken br kadın sürekli bağırıyor "ben mi her şeyi yapacağım, kimse neden benim hızıma yetişemiyor, canımmmm ben sana demedim" gibi cümleler kuruyor. Ufak çapta bir şokun ardında anlıyorum ki kadın şube müdürü. Benden biraz daha büyük bir kadın ama daha yaşlı duruyor, kabarık permalı saçlar, siyah pantalon, beyaz bluz üzerinde leopar kısa ötesi ceket. Leopar desen biraz ince iştir, paçoz görünüm ile seksilik arasında epey bir ince bir çizgi vardır, ki genelde kadınlarımız birincisine yönelirler çünkü leopar desenin mutlaka daha spor bir çizgi ile kırılması gerektiğini anlamazlar, illa altına kumaş pantalon, transparan bluz filan giyip sanki sahneye çıkıyormuş görüntüsüne ulaşırlar.
Kadın hemen bende tatsız iş anılarını canlandırdı. Ne yazık ki böyleleri ile tanıştım, çalıştım ben. Genelde İstanbul dışından gelip İstanbul'da yırtma çabasında olurlar. Her şeyi onlar bilir, onlar anlar, bağıra bağıra konuşma ve anında sen diye hitap durumları vardır. Kim olduğu önemli değil, telefonu açarlar başka bir şirkete iki saniye sonra "sen", "canım" laflar geçmeye başlar, benim gibi sizden sene oldukça zor geçen, çoğu zaman geçmeyenler için bu tiplerle ilk karşılaşıldığı an ufak bir şoktur, ne oluyoruz diye. Bir de bunların erkek versiyonları var ki açıkcası hiç tanışmadım ama muhtemelen aynı çizgide olup sadece biraz daha "erkek" halidir diye düşünüyorum.
Sıra bana geldi, kadın hâlâ bağıra bağıra konuşuyor şube içerisinde, artık dayanamayıp gişedeki kıza "sizin şube müdürü mü değişti, eskiden bu kadar çok ses olmazdı burada" dedim.
Velhasıl hiçbir şey keyfimi kaçıramadı. Hele Robinson Crusoe'de kendimi kaybettim. Ama tuttum valla. Vitrinde devasa boyutlarda Gucci by Gucci kitabı vardı ki... Pahalı, ucuz değil ama kitabın boyutu baskı kalitesi düşünüldüğünde öyle uçuk pahalı bir şey değil ama bari mayısı bekleyeyim de kendime doğumgünü hediyesi aldım derim. Ya da bizimkilerden isteyeyeyim. F.A. London'dan Vogue siparişimi doğru alıp geldiği için Roll, Martin Mystere alıp çıktım. Ama bu kadar insan kendisini iyi hisseder bir kitapçıda? Saatlerce bıraksalar kalabileceğim iki yerden biridir, kitapçı ve müzik dükkanı. Nitekim kalmışımdır da. F.A. daha ben 11 yaşındayken ilk kez gittiğimiz Paris'te bırakmıştı beni Fnac'ta 3 saat. O da ilginç aslında, 11 yaşındayım, daha fransızcam çok yeni, zar zor konuşuyorum sen çocuğu bırak Fnac'ta çizgi romanların olduğu bölümde, 3 saat sonra gel. Hoş ben hayatımdan memnundum, ayaklarımı uzatıp elimde çizgi romanları okuduğumu hatırlıyorum ama ya bir şey olsaydı... Modern ebeveynlerin psikolojik yaklaşımı herhalde bunlar.
A. ailesi nihayetinde birbirine kavuştu ( asıl j.a.'yı cidden özlemişim de f.a.'dan bahsetmekten farkına varmamışım). Dün J.A. ile, F.A.'nın Tate, British Museum, how green was my valley, Karl Marx, Arsenal, viski, Hogarth desenlerindeki Londra sokakları konularından uzun uzadıya bahsettiğini duyunca, kalbinin London'da kaldığını gördük. Güzel bir şey, insanın başka bir şehirde kendisini bu kadar mutlu, bu kadar keyifli hissetmesi, o şehrin onda özel bir yeri olması, gittiğinde yabancı gibi değil de oralı gibi yaşaması. Şans bence böyle bir duyguya sahip olabilmek.
Thursday, April 19, 2007
Love hangover
1976 tarihli, neredeyse Diana Ross ile bütünleşmiş bir şarkı Love Hangover.
Aslı 7 dakika civarında sürüyor ama çoğunlukla kısa versiyonu bulunuyor piyasada. Benim tercihim kesinlikle uzun olan versiyonu. Gerçek bir disko klasiği. Ancak şöyle düzgün bir kaydı filan yok Youtube'da. Bu ise epey bir kısa ama payetli parildayan elbisesi, kabarık saçları ile tam bir Diana Ross görüntüsü oldu.
Çocukken dinlemeyi en çok sevdiğim plaktı Motown basımlı , kocası Berry Gordy prodüktörlüğündeki Diana Ross Greatest Hits'i. A yüzünün ikinci şarkısıdır. Hatırlarım, pikabın iğnesini kaldırır hiç sevmediğim birinci şarkıyı atlar buna geçerdim. If there's a cure for this, I don't want it...
P.S. Sekvotka- Paşam, ben bırakayım bu makrobiyotik hayatı, sen beni diskoya götür.
Wednesday, April 18, 2007
P.S. V
Ancak gecenin sürprizi davete bizim 4'lüden B.'nin de , sponsor firmanın çalışanı olmasından kaynaklı olarak katılmış olmasıydı. Davetler, sergi açılışları vs genelde bizim 4'lü ile beraber gittiğimiz yerler olmadığımdan, gecenin bir yarısı orada olacağını bilsem de B.'yi karşımda görmek çok hoştu. Tabii Emirgan gibi Allah'ın dağından dönüş yolculuğumuz başka bir macera konusu. Nazik bir şekilde beni eve bırakmayı öneren bizim uzak diyarların kültür ateşesi, benim dışımda + 3 şenlikli kızı görünce neye uğradığını şaşırdı, sorup soracağına pişman oluncaya kadar arabaya binmiş bulunduk. Ön koltukta kültür ateşesi ve şöförü, arkada kıkırdayan ve çeşitli yabancı dillerde konuşmaya çalışan 4 kız.
* F.A. dün Arsenal-Manchester City maçındaydı. En komiği, buradaki saatler önce stadyumun önüne yığılma alışkanlığından 45 dakika önce gitmiş, içeri girmiş, oturmuş, tabii tek erken gelenin kendisi olduğunu görmüş. Herkes maçtan 5-10 dakika önce geliyor,bir hot dog bir bira derken yerine oturuyormuş. Arıyor beni stattan "nasıl güzel, nasıl muhteşem inanamazsın, herkes oturmuş yerine, kimse birbirini itmiyor, sigara içilmiyor, holiganlar bile medeni olmuş" diyor (bu arada Arsenal 3-1 kazanmış).
* London maceraları-ben orada olmasam da-bitmiyor. Ne de olsa müziğin kalbine gidiyor diye F.A.'ya ufak bir cd listesi vermiştim giderken. F.A. bugün Piccadilly'deki o koskocaman Virgin'den beni arıyor : "kızım bu listedekiler nedir, bütün Virgin birbirine girdi, bulamıyorlar hiçbirini, herkes birbirine soruyor, inanamıyorlar istediklerine, my daughter diyorum, aferim kızım aferim" . Yani "aferim kızım" da çok muhteşem bir şey değil insanın sürekli zor bulunanların peşinden koşması. Neticede ben yine ulaşamamış oluyorum istediğim albümlere ve yine zar zor plak şirketlerine sipariş vermek durumunda kalacağım. Hoş, Virgin gibi ticari bir yerde bulamaması normal de, artık gir ara sokaklardaki müzik dükkanlarına diyemedim. Offf nasıl da heves etmiştim dinleyeceklerime.
wish list:
- New York Hustle (compilation): Soul Jazz Records
- Isaac Hayes- New Horizon, '77, Polydor
- N'Dambi- Can't change me, '06, BBE Records
- Kyoto Jazz Massive- Spirit of sun, '02, Compost Records
Şuursuzluk halinin hükmündeki ülke
Yine başkayı, farklı olanı kabul etmeme hatta öldürme durumu hakim ülkede. Açık açık, önü açık bu ülkenin ...
Alınganlık hadisesi
Bende bir şaşkınlık tabii. Mesele ukalalıktan, koolluktan selam vermeme durumu değil de, asıl adamın lafına şaşırdım ben. Kendisi ile hiçbir alakam yok, tanımam etmem ancak o, benim ona küsmüş olabileceğimi düşünüyor; bravo diyorum valla.
Gerçekten karşı cins bazen çok ilginç davranış biçimlerinde bulunabiliyor. Ne zaman ilişkimiz, arkadaşlığımız vardı da, ben bu arada küsmüş olacağım kendisine. İsmini bile yeni öğrendim ama bu arada çoktan küsmüşüm haberim yok. Ben ki, tek çocuğum kendini sevme durumum yüksektir, olayları kendi merkezimde düşünebilirim-düşünmeyedebilirim de çeşitli durumlarda- ama bu kadar olayın merkezine kendimi koyar mıyım? Hiç sanmıyorum.
İşin doğrusu müşterilerine laubali ve çalışanlarına despot işletmeci sevmiyorum ben. Mekan tabii zen, reiki, filan olduğu için herkes "canımmmm", "doğa, börtü böcek insanı", "dünyevi arzulardan arınmış", "kendine çok iyi bak" tadında hareket ettiğinden bir sevgi yumağı durumu var. Ancak bu kadar sevginin içinde, işletmeci kendi çalışanına kötü davranıyorsa bana yapay geliyor, işte o zaman bakmıyorum bile. E bakmayınca da küsmüş oluyorum. Peki.
Bunlar latife sayılır da, alınganlık garip hadisedir.
Hiç alıngan değilim desem büyük yalan olur da, sevdiğim ve güvendiğim insanlarla çok alınganlık duygusu yaşamam. Niye yaşayayım ki? Zaten sevmişim, güvenmişim. Ancak iş orada kilitleniyor; kime sevgi, kime güven duyulacak bu hayatta? Arada bir Sekvotka 'ya kıskançlık krizi yaparım "beni şuraya götürmedin de onu götürdün" diye ancak gülmek içindir bu.
Bazen yeni arkadaşlıklarda, yeni dostluklarda yaşanır alınganlık durumu. Her şey iyidir, güzeldir, çok iyi anlaşılıyordur ama balayı bitip de ortaya hayatın gerçekleri çıktığında alınganlıklar başlar. "Bunu yaparken, bunu mu demek istedin?", " neden bana bunu böyle söylemiyorsun" ya da "neden ben bunu bilmiyorum" gibi cümleler kurulur. Nedeni de aradaki güven duygusunun çok ince bir çizgide varoluşudur. Ya aradaki güven o ince çizgiden yukarı çıkacaktır ve daimi olacaktır, ya da küme düşecektir. Çaba gerektirir, zordur, kazanılması her zaman garanti değildir ama zar zor kazanıldığında bilinir ki o dost hep oradadır, ne konuşmak gerekir, ne de görüşmek çünkü güven tamdır, alınganlık da artık başka diyarlara gitmiştir.
Tuesday, April 17, 2007
Quo Vadis
*Bu arada makrobiyotik hayatıma geri döndüm. Kadim dostum Sekvotka okuyunca muhtemelen ekran karşısında gülmekten kırılıp hemen telefonla "ne biyotik ne biyotik" dese de, ben biraz böyle yaşayayım, arınayım toksinlerden (hoş bende pek inandırıcı bulmuyorum ama deneyeyim, reflü filan zorluyor beni).
* F.A. komik aramalarına devam ediyor. Dün gece Sefiller 'i seyretmiş, çıkışında aradı "çok güzeldi" diye. Tabii ben sahne sanatlarına duyarsız insan olarak "hmm mmm" diye burun kıvırdım. Bu seyahatinde farkettim ki, F.A. kesinlikle London insanı. Şehirdeki o modernite ile 19. yüzyıl Charles Dickens romanlarından kesitler taşıyan dokuyu solumanın kendisini iyi geldiği kanaatindayim. Melankoli de böyle bir şey sanki. Ne var ki komiklikler devam ediyor çünkü zar zor, 5 dakika kısıtlamalı şekilde internete bağlandığı yerden, bana yazdığı maili hemen kesip "ben bir cimbom'a bakim ne yapmışlar" diye not düşmüş. Ne diyeyim ki, whatever happens happens
****
F.A. akşam Arsenal-Manchester City maçına bilet bulmuş...Hem bilet bulduğu, hem de stattaki biletçi ile de GS muhabbeti yaptığı için pek mutlu. "siz de bundan 20 yıl önce Manchester City'i elemiş, Berkant'ın şarkısını statta söylemiştiniz ama orada kaldınız işte" diye de kinayeli kinayeli eklemeden edemedi. Ne diyeyim yalan da değil ki...
Monday, April 16, 2007
Songs in the key of life
1976 yılı...
60'ların ilk yıllarında başlayan kariyerine 70'li yıllarla beraber değişen müzikalite ile daha funky ve groovy bir tarz yakalayan Stevie Wonder, 1976 yılında muhteşem Song in the key of life adlı double albümünü yayınladı.
Diğer albümlerinde olduğu gibi söz-müzik ve aranjmanlar Stevie Wonder'a ait. Ve plak şirketi yine Detroit temelli, sevdiğimiz disko insanı Diana Ross 'un kocası Berry Gordy'e ait olan efsanevi Motown.
Çoğumuz için Stevie Wonder, sıkıcı "I just call to say I love you" şarkısı ile hatırlanan, kafasına boncuklar taktırmış amerikalı zenci müzisyendir. 80'li yıllarda yaptığı albümlere rağbet edilmesi gereksiz olsa da, kariyerinin başlangıcındaki ve özellikle 70'li yıllar boyunca yaptığı albümler başucu eseridir.
Songs in the key of life double albüm olarak-aslında double LP basılıyor ve toplam 17 şarkı içeriyor(sonraki baskılarında 3 şarkı daha eklenmiştir) . Duke Ellington 'a ithaf ettiği Sir Duke, Contusion, herkesin bildiği ve oldukça politik sözler içeren Pastime Paradise , 2005 yılında çıkardığı son albümünde beraber düet yaptığı kızı Aisha'nın o zamanki bebek seslerini duyduğumuz Isn't she lovely, 4-5 yıl önce George Michael ve Mary J Blige'ın yorumladığı As ve yüreğimden vurucu Another Star.
Another Star 8 dakika sürer, melodisi insanı yerinden kaldırır, bağıra bağıra söyleme hissi verir insana. Hele bir yerden sonra şarkının davul ile başlayan la la la diye ikinci kez girilen bölümünden itibaren artık bir şey hissetmeden durmak zordur ya da benim gibilerin yüreği çıkacak gibi olur. Ayrıca şarkıdaki gitarist George Benson 'dan başkası değildir. "la la la for you there might be another star, but through my eyes the light of you it's all I see" diye başlar...
Geçenlerde bir arkadaşımda plağını gördüm de heyecandan elim ayağım tutmadı. Yıllar öncesinden kalan üzeri çizilmiş ve yıpranmıştı ama o dönemlere aitti. Muhtemelen bunu o zamanlar almış bir karşı cinse rastlarsam, kolay kolay hayranlık beslemeyen ben, ağzım açık şekilde hayran hayran bakarım diye düşünüyorum (başıma geldi biliyorum; şu youtube'da tesadüfen bulduğum şahsın evine gittiğimde gördüğüm plak arşivi bende resmen vertigo etkisi yapmıştı, az daha yığılıyordum plakların üzerine).
P.S. Zamanında kadim dostum Sekvotka 'ya doğumgünü hediyesi olarak taa uzak diyarlardan bu albümü alıp posta ile yollamıştım. Ancak kendisi, o parti bu parti diye gezerken votkanın etkisiyle bu zor bulunan nadide albümün bir cdsini kaybetti.
Sunday, April 15, 2007
Cumhuriyet Notları II
Pazar günleri bana hafif gelir; çok sevdiğimden değil ancak her şeyin hafif olmasını dilediğim gündür pazarları. Mümkünse sadece "yenilip, içilen, keyif yapılan, yataktan çıkılmayan, çıkılacaksa da zorlamayan aktiviteler yapılan bir gün olmalı" diye düşünmeme rağmen, bugün gördüm ki eğer çıkılıp Smyrna'ya gidilecekse büyük çaba, efor sarfedilmeliymiş.
Şahsım kafada bant, üzerimde trenchcoat, altımda eşofman altı ile audrey hepburn très endimanchée vaziyetinde gitse de, bizim Alem dünyası takmış takıştırmış, öyle gelmiş.
Daha sabah röportajını okuyup da "vah vah" dediğim, "yurtdışında sokakta yürüyemiyorum, beni yıldız sanıyorlar orada, Susan Sarandon bana selam veriyor, ..." şeklinde beyanatlar veren Eyşan Özhim, günün öğle saatlerinde pür makyaj ve kokteyl kıyafeti ile içeri girince "bitmiştir benim pazar günü buraya gelişim" demekten kendimi alamadım.
Meraklıları için bir sürü Alem insanı geliyor mekana, ne var ki şahsım için pazar günleri Smyrna gereksiz bir aktivitedir (never on sunday). Yukarda Cuppa var, Susam var nispeten sakin pazar geçirmek isteyenlere. Ya da aynı sırada müşteri profilini oturtamamış Leyla veya Kahvedan var ki yazmaya gerek yok.
whatever happens happens
Pazar ya bugün, yataktan çıkmamak lazım...
Saturday, April 14, 2007
Where did you sleep last night?
Film festivalinin son gününde M. ile Gus Van Sant'in yönettiği Kurt Cobain'nin hayatından esinlenip çektiği Last Days filmine gittik...Ben böyle azap, böyle zulüm görmedim...
En rock günlerimde, saçlarımı kazıttığım zamanlarda dahi Nirvana en favori grubum değildi ancak her daim sever ve severek dinlerdim. Kurt Cobain de aynı şekilde beğendiğim insan veya erkek tipi olmadı hiç. Fazlasıyla "vazgeçmiş, "yılmış", "güçsüz" gelirdi. Hele hele intihar hiç hazzetmediğim durumdur.
Elbette herkesin derdi kendisine en büyük gelir, kim bilir hayatlarda neler yaşanıyordur ama intihar benim anlamakta zorlandığım şeylerden biridir. Yine eden etsin, engel olmayayım, kimsenin de kurtarıcısı/ kahramanı olmayayım(mümkünse insanlar bu sıfatları kendileri için kullansınlar, birilerine bağımlı olmasınlar).
Film belki de Nirvana hayranları için özel anlamlar taşısa da, ben neredeyse bayılmak üzereydim film bittiğinde, ki ağır, aksiyonu olmayan film severim ancak bunda M. ile ikimiz azap içerisindeydik.
Filmde Sonic Youth insanı Kim Gordon, Chloe Sevingy'in kocası ve bağımsız sinemacı Harmony Korine gibi sanatçılar da rol alıyor diye belirtip film konusunu bitireyim.
Sonrasında kendimizi içkiye vurmuş otururken ve ben resmen film sonrası sönmüşken M., "sen ne kadar boğa burcu da olsan en az benim kadar ikizlersin, şu haline bak filmden önceki mutlu kız uçtu gitti" dedi. Gerçekten de yükseleni ikizler olan boğa kızı olmak ortaya pek şenlikli bir tablo çıkartmıyor değil hani( ve lütfen doğumgünüme kadar havalar iyice bahar olsun, doğumgünümde tiril tiril giyineyim. şurada üç haftadan az kaldı yağmur kıyamet olacak diye korkuyorum ).
P.S. Anonimlerin yorumlarının çoğu keyifli oluyor, pek eğleniyorum. Muhtemelen anonim post'u yapmayı bile düşünebilirim. Hele bugünkü iyice güldürdü beni. Hayır merak ediyorum, hadi peynir meynir almayı bıraktım da, fırın alsam da ne olacak evde altın günü yapacağız da ben baklava börek mi açacağım ?
P.S. (2) Nirvana Unplugged'dan güzel şarkıdır "where did you sleep last night?". Sözleri de komiktir (hele karşı cins daha bir ilginç bulabilir sözleri). Aslen "Meat Puppets" grubuna ait olup, "Lake of Fire", "Plateau" ve bu şarkı ile Nirvana Unplugged'da seslerini duyurmuşlardır.
Whatever happens happens
* alt başlık: 444
Aslında bir süredir aklımdaydı da vesile olacak bir durum olmamış ki yazmamışım. Ancak dün alışveriş yaparken "önemini" bir kez daha farkedince "yazayım ben bunu" diye düşündüm.
Çocukken Yeşilköy'de tek bir şarküteri vardı, "Martı Şarküteri". Buraya her girdiğimde ürünlerin raflardaki dizilişine, renklerinin çeşitliliğine, asıl şarküteri ürünlerinin bulunduğu camekanlı bölmenin sergileşine hayranlıkla bakardım. Bir çocuk olarak müthiş eğlenceli gelirdi. Ve muhtemelen de bende "seçebilme" yetisi o zamanda gelişti. Çocukken, ne nasıl görülüyor ve öğreniliyorsa büyüyünce de aynı şekilde devam ediyor. Bu yüzden de büyüyünce başkalarınca bize takılan "ukala", "cimri", "küstah" veya "hazmetmiş" gibi sıfatların altında aile ile başlayan bir sürü değer oluyor.
444 nedir diye açıklarsam... Mandıra numarası. Komik ama öyle. Beyaz peynir seçimi zor iştir, beğenisi damaktan damağa değişir, müşkülpesent olanlar öyle her türlüsünü yiyemezler (hayat bu, her koşulda her şey yenir de, mesele o değil). Bunun da seçkincilikle alakası olmayıp beğeni ve alışkanlıkla ilintilidir. Martı 'dan alıştığım, uzak diyarlarda yaşarken vakumlatıp götürdüğüm, bizim mahalleye taşındığımda şarküteri diye gördüğüm büyük bir hayal kırıklığı olan bugünün La Cave 'ı o zamanın Çağdaş Marketi'nde bulamadığım ancak sonrasında Balık Pazarı'ndaki Şütte 'de bulduğum beyaz peynirdir (bir ara makro'da vardı ama mahallelerin eski şarküterilerinde mutlaka bulunuyordur). Dün yine insanın alışverişini yaptığı kasabının, şarküterisinin, manavının olmasının güzel olduğunu hissettim. Tüketim toplumundan ayrılan gündeliğin ritüelleri ile ilgili bir pencere bu sanki. Çoğu insana bir şey ifade etmez bu mevzular ama ben seviyorum, dükkan da benim olduğuna göre.
* london calling
F.A. kitap fuarı (+ stresten uzaklaşmak) için london'da. Komik insan. Yine arayıp arayıp "şimdi Guinness içiyorum", "çimenler yemyeşil burada", veya "sen bana şu premier league maç programına baksana internetten, belki bilet bulurum" gibi laflar sarfediyor. Daha da komiği gitmeden önce "hey gidi günler hey, bak ilk gittiğimde Chelsea maçı için gitmiştim, o zamanlar Galatasaray bambaşkaydı, şimdi ne halde" demesi oldu.
Ne diyeyim whatever happens happens
Cheers fellas
whatever happens happens
Thursday, April 12, 2007
Matrimonio all'italiana
P.S. IV
Wednesday, April 11, 2007
Cumhuriyet Notları
Yeşilköy'den cumhuriyet'e taşınalı neredeyse 8 yıl olacak ancak şu meşhur, herkesin bayıldığı kahveye gittiğim seferler sayılıdır. Ya J.A. istemiştir açık hava diye ya da Efsane güzel havalarda kliniğine giderken kahvaltısını etmek için beni de sürüklemiş, ben de söylene söylene oturmuşumdur. Zaten çay içmem, işin komiği küçük ince belli bardakları tutarken de elim yanar.
Kesinlikle, neden insanların her gün sabahları kahveye gidip, sigara yanıklı masa örtüleri serilmiş dökülen masalarda oturup çay-poğaça-gazete üçgenini gerçekleştirdiğini anlayabilmiş değilim.
Hele yazın, özellikle de haftasonları mahalle turistlere açıldığından gençlerin istilasındaki kahvede oturacak yer bulmak mümkün değil. Atlas Pasajı 'ndaki mağazalardan renkli renkli giyinmiş gençler ve ağır abi görüntüsündeki Tophaneli garsonlar.
Açık hava ve ucuz oluşu mutlaka büyük avantaj ancak gelen kitle için bunlar pek önemli değerler değil çünkü aynı topluluk öğleden sonra smyrna 'da akşam da leyla'de vakit geçiriyor. Başka bir sosyalleşme biçimi mi? Yoksa modernizasyonun yerel uygulanışı mı?
Cumhuriyet'te gündeliğin hareketlerini sağlayan bir güruh var. Tam anlamıyla entelletüel olmayan ama bazı "derin "konulardan, yaşanmışlıklardan bahsedebilen, genelde anlatmayı-özellikle de kendini- seven, çoğunlukla tasarımcı, şair, gazeteci, televizyoncu gibi meslek gruplarına ait insanlar. Çalışma saatleri oldukça rahat olup bütün günü mahallenin kafelerinde geçirebilirler. Herkesle konuşurlar, garsonlarla ahbaptırlar, herkese selam verirler. Ellerinde Radikal, Bir Gün gazeteleri olur, yoğun sigara ve çay tüketirler. Nedense kahvede oturanlar ile İstiklal 'deki ara sokaklarda küçük taburelere oturup nargile içenleri benzetiyorum. Modernizasyon ve yerel değerlerin birleşmesi veya çatışması sanki.
F.A. ile kahve konusunda duygu ve düşüncelerimiz benzerdir. O da anlayamaz insanların sürekli "oturma" halini, bu kadar boş vakitleri olabildiğini. J.A. ise hümanisttir, yoğun çalıştığı için açık hava onu mutlu eder, olayları ve insaları iyi gözle görmeye çalışır, ben ise evine dönerken ineceği merdivenlerin önüne koyulmuş masalara, kaldırımların işgal edilmesine söylenen, gidip oturduğunda mutlaka işletmecilere laf eden huysuz müşteri.
Mamafih yapacak bir şey yok, ne masaların işgalini, ne de kendimi değiştiremiyorum. Barıştım artık hepsi ile. Sadece masaları, arada bir ayağıma çok dolanırsa itiyorum ...
Tuesday, April 10, 2007
Like a rolling stone
Who is this bitch, anyway?
1974...
'60ların sonunda Chess Records tarafından keşfedilmiş New York 'lu soul şarkıcısı Marlena Shaw (gerçek ismi ile Marlina Burgess) efsanevi plak şirketi Blue Note 'dan 3. albümü Who's this bitch, anyway adlı albümünü çıkardı.
Dinlemesi büyük keyif veren albümlerden olup ne yazık ki bulması epey bir zordur. Sadece Türkiye'de değil, Avrupa'da da Japonya, Amerika gibi yerlere sipariş vermeden müzik dükkanına gidip alıp çıkayım durumu pek yoktur (ya da ben rastlamadım).
Albümde You taught me how to speak in love, Feel like makin' love, Loving you was like a party gibi muhteşem şarkılar var. Benim favorim Loving you was like a party...Öyle çiçekler böcekler tarzında romantik aşk temalı değil, daha çok "sevdik işte kalbimizle, güzeldi, parti gibiydi, zamanla her şey unutulur ve iyileşirim, merak etme, sakın da acıma" tadında.
Seksi bir albümdür, who's that bitch, anyway albümü. Başlık ise zaten başlı başına bir olaydır. Muhafazakar Amerika'da ilk basıldığı zaman olayını yaratmıştır. Zaten biz de gündeliğimizde kullanmıyor muyuz sinir olduğumuza, küstah bulduğumuza, blog'undan havalı havalı yazanlara bu lafları, benzer sıfatları..?
Monday, April 9, 2007
Change partners
Brezilya 'dan çıkan Bossa Nova haysiyeti ve güzelliği ile tüm müzik dünyasındada hüküm sürmeye devam ediyor.
Dinleyene serinlik, hafiflik hatta Ipanema plajındaki ılık havayı hissettiren 1963 tarihli Stan Getz ve Joao Gilberto albümünde, şarkıların söz yazarı ve piyanist olarak yeralan Antonio Carlos Brasiliero de Almeida Jobim nam-i diğer Tom Jobim, bu sefer başka bir haysiyet insanı hepimizin Frank Sinatra olarak bildiği Francis Albert Sinatra ile bir albüme imza atıyor.
Beyaz gömlek giymiş, siyah kravatlı şekilde poz vermiş iki müzisyen var albüm kapağında (muhtemelen siyah piyanonun görünmeyen tarafında kristal bardakta viski de vardır).
Francis Albert Sinatra & Antonio Carlos Jobim albümünün toplam kayıt süresi yarım saat civarında ve iki günlük bir stüdyo kaydının ürünü. Plak şirketi ise aslen Frank Sinatra 'ya ait olan ve sonrasında Warner Bros 'a satılan Reprise. Albümü Türkiye'deki engin çeşide sahip müzik dükkanlarında bulmak biraz zor ama Amazon'dan filan getirtilebilir.
Kesinlikle nisan-mayıs ve belki haziran aylarının erken sabahlarının müziğidir.
..."Change Partners, Quiet nights of quiet stars, I concentrate on you, Baubles, Bangles and Beads "... serin bahar sabahlarında döne döne çalabilir. Hele bir de plağı varsa, pikaptan gelen hafif cızırtı ile daha da bir güzeldir...
1967 yılı ise bizde kazanların kaynadığı, öğrencilerin hareketlendiği yıllar, J.A. & F.A. daha duvarlara bildiri yapıştırmaya başlamamışlar, hatta tanışmıyor bile olabilirler.
P.S. III
Sunday, April 8, 2007
Never on sunday
Güzel filmdir Never on sunday...
İsmi de güzeldir. Pazarları bir sürü şey yapılmaz, görülmez, ilgilenilmez çünkü hafiftir pazar günleri. Şahsen pek sevmem pazar günlerini ancak belki de baharın etkisiyle bir hafiflik hakim bende. Boşver, aksın gitsin işte her şey...
* Nisan-mayıs ayında her gün doğumgünü diye boşuna söylemiyorum. Her gün bir parti, bir eğlence. Harita, güzergâh çizmek yanlıştır bana çünkü her an her şey olabilir (boğa'dan böyle ani değişiklikler beklenmez ama bizde oluyor). Hiç hesapta yokken tiril tiril kimano-elbisemi giyip partiye gitmek için çıkmışken kim tahmin edebilirdi ki Şimdi'ye uğrayacağımı. Eğlenceli oldu, elbisem olay yarattı da, sonrasında takıldığım Etiler-Ulus trafiği beni benden aldı. Nedir o ya? Hadi giderken trafik olması o saatlerde doğal denilebilir de, gece 3'de de trafik olur mu? Oluyormuş o hatta. Off bir de o lüks siteler nedir ya? Oturan otursun da ben sevmiyorum. Her şey kontrollü, her şey içiçe. Hoş, bu kadar kontrolün içinde bizimkinin süper güvenlikli sitedeki komşusu Şamdan Mehmet Tuna saydırmış balkonundan kurşunları, o ayrı.
Siteye itirazım yok, Yeşilköy'de 20 küsür sitede oturmuş biri olarak olamaz da zaten de sanıyorum bu yeni sitelerden hazzetmiyorum. Her şey Traffic filmindeki gibi bir hayat özentiliği içerisinde. Ne var ki hayat bu, her şey olabiliyor, değişebiliyor.
whatever
Never on sunday... Aksın gitsin her şey...
Saturday, April 7, 2007
"şüpheden uzak durun"
P.S. Bugün, yarın, pazartesi her gün birinin doğumgünü, her gün bir parti artık. Bahar çocuğu olmak güzel şey, hafif oluyor sanki ruh hali o günlerde. Her şey daha bir eğlenceli, daha bir tiril tiril oluyor.
P.S. (2) İnanılmaz bir sis vardı İstanbul'da bundan 2 saat önce. Bembeyaz... Hiçbir yer görülmüyordu. Bulutun içindeyim sanki, kendimi bir anda kaf dağı'nın tepesinde hissettim.
...şüpheden uzak dur, şüpheden uzak dur...
Ben ve o
Mekan seçiminde F.A.'nın 20:45 takımıyla barışmış olması etkili olduğundan hem yemeğe hem de maçı seyretmeye Merih Meyhanesi'ne gittik (f.a.'ya göre burası balık pazarı'ndaki halen ayakta kalan, düzgün eski meyhanelerdendir; "saki" dışında da kendisi balık pazarı'nda başka yerlere itibar etmez).
Gecenin bombası ise F.A.'nın mekandan içeri girdiği andan masaya oturana kadar "abi hoşgeldin" diyen her garsona, "kızımla yemeğe geldik, maç seyredeceğiz ama o fenerli ne yazik ki " demesi, haliyle mekana maç seyretmeye gelmiş kelli felli GS'lı adamların şöyle bir göz ucuyla bakması oldu.
Güzeldi ... Ağustos'ta 60'ına basacak olmasının da etkisiyle daha bir duygusallaşıyor, yaptığı işe tutku duyması sebebiyle çok çalışıyor ve bazen fazla duygusal olabiliyor. Ne var ki salt benimle ilgili olarak değil bu, sevdiği birçok şey ile ilgili olarak böyle hissediyor (gs bile buna dahil). Neticede iyi geldi bu yemek bize, her şeyden ve hiçbir şeyden konuşmak içimizi rahatlattı, bir kez daha sahip olduğumuz şansı gösterdi. Bunun dışında tahmin edileceği gibi maçın sonucu F.A.'yı derinden yıktı ve bir de sanki benim suçummuş gibi "bir daha seninle seyretmeyeceğim GS maçlarını" dedi.
P.S. F.A. gece boyunca gönderdiği resmi anımsatarak, "nasıl ama lacivert saboların" deyip durdu.
Gece
Friday, April 6, 2007
That's what friends are for
Thursday, April 5, 2007
40 günde balonla seyahat
Wednesday, April 4, 2007
Tuesday, April 3, 2007
Refer:Lapsusclavis, Konu:konuşacağımıza sevişsek
http://lapsusclavis.blogspot.com/
"Konuşacağımıza sevişsek" post'unun ardından gelen "Yasak Elma" post'unun fotoğrafındaki erkek çocuğu benim de çocukluk arkadaşımdır, hatta ben Lapsus Clavis'den biraz daha ileri gidip kendisinin benden sadece 1-2 yaş büyük olduğunu ve bazı yayın organlarında futbol yazıları yazdığını söyleyeyim de merak konusu olsun. Ha bir de Galatasaraylı, hadi onu da eklemiş olayım.
Hazır ilişkiler filan başlamışız yine epey bir güldüğüm, manidar bulduğum bir reklamdan bahsedeyim.
Vogue UK 'in bu ayki sayısında meşhur mücevher markası Tiffany & Co.'nin yine meşhur Tiffany Celebration Ring (her olayda, her kutlamada bir pırlanta yüzük satalım mantığı ile üretilmiş bir yüzük serisi) temalı toplam 6 sayfa reklamı var.
İlk sayfa, "maybe there's a baby" cümlesinin yeraldığı güzel yüzlü bir bebek ve onu başından okşayan, french manicure yapılmış elinde celebration ring taşıyan anne elinin resmi ile başlıyor, ardından "maybe it's your anniversary" cümlesi ve kocasıyla elele duran yine masum ve french manicure'lü kadının elindeki celebration ring resmi ile devam ediyor ve nihayetinde güzel kadın Carolyn Murphy'nin celebration ring ile süslenmiş elinin resmi ve "maybe it's a secret" cümlesi geliyor. Ve ben gülmekten yerlerdeyim. Elde en az 5.000 $ değerinde yüzük taşınmasını sağlayan secret ne olabilir, gerçekten merak ediyorum? Yasak aşk, yasak aşkın meyvesi... nedir o secret? Hayır bilelim belki bize de yarar ilerde. Dediğim gibi ben bilemiyorum ancak Maybe it's a secret cümlesi ve bilmem kaç karatlık yüzük reklamı beni epey bir güldürdü, hemen buzdolabının üzerine astım.
Coffee lover-café du matin
Ne zaman kahve içmeye başladım hatırlamıyorum ancak Özal dönemi Türkiye'ye yabancı malların, haliyle Nescafé, gelmesinden epey bir sonra diye tahmin ediyorum çünkü Nescafé'yi hiç bir zaman sevmedim.
Muhtemelen ortaokul yılları olsa gerek, F.A. o dönemler sık gittiği A'dam'dan filtre kahve makinesi getirmişti ve A. ailesinin güne kahveyle başlama dönemi de hayata geçmiş oluyordu. O zamanlar filtre kahve bulmak zordu Türkiye'de, oradan buradan sipariş veriliyordu. Hoş bence şimdi de o kadar kolay değil çünkü bütün büyük marketler zincirlerinde o iğrenç alman markası Jacobs var. Ne kadar kötü, ne kadar, tatsız bir kahvedir o. Lavazza filan da geliyor da yok decaf yok bilmem ne. Şöyle getirsinler Lavazza qualita oro, koyalım makinemize, kokusu tüm evi sarsın (espresso kahvesi, filtre kahve makinesinde de yapılıp filtre kahve olarak içilebilir, inanılmaz lezzetli olur. ancak tabii asla gerçek espresso'nun vereceği tadı vermez; onun kokusu bile bambaşkadır. ancak o alman jacobs alınacağına espresso kahvesi alınır ve filtreye o koyulur böylece en azından lezzete ulaşılır).
Yine de kahve, Kurukahveci Mehmet Efendi'nin kahvesidir. Espresso'su, filtre kahvesi, vs hepsi gerçekten inanılmaz lezzetlidir, o yüzden çok fazla qualita oro diye kasmanın alemi yok.
Bir de kahve fincanı mevzusu var ki... anotherstar harikalar diyarında gibi bir durum!
Kahvemi yudumlarken kısaca değinecek olursam, her türlüsü makbuldur. Yeter ki bir ritüeli, bir hikayesi, bir farklılığı olsun. Kocaman kocaman fincanlar da güzel, ince Sèvres imzalı porselen olanları da.
Erkeklerin evlerinde genelde büyük fincanlar görülür. Ya sadedir fincanlar, ya da FB, GS gibi takım logoları taşır ama öyle çok börtü böcek desenli değildir (tasmania canavarı, road runner baskılı olanlara da rastlanır). Çoğunlukla Nescafé, ya da french press ile yapılan kahveden içerler ve şeker kullanırlar. Ancak bazen çok şaşırtıcı şekilde, bir anda kahveyi takımı ile getirene rastlanır ve gerçek bir şaşkınlık yaşanır (bundan iki hafta önce yaşadığım şaşkınlıktır bu, bir anda kendisine taşıdığım önyargı silindi).
Kızların evlerinde de büyük fincanlar görülür ama onlardaki desenler gerçekten börtü böcek kaplıdır. Yok kocaman kırmızı kalpli, yok minnie mouse'lu, yok I love you gibi laflar baskılı. Ancak bazılarında eski Sèvres, Limoge, Bavyera antika porselen fincanlarına rastlanır. Genelde, daimi rejim durumundan dolayı şeker kullanmazlar ama süt eklerler.
Bunlar eğlenceli mikro-sosyolojik gözlemlerdir, istisnalar, yanlışlar çıkar, hemen üşüşmeyin "anti-tez" comment gireceğim diye, çıkartırım valla anonim olayını blog'dan ...
Hadi bir de sabah kahvesine müzik ekleyeyim de tam olsun. Gerçekten şu günlerde nedense sadece caz dinliyorum sabahları. Ama J.S. Bach da olur ki F.A. 'nın tercihidir, arayıp "çocuğum duyuyor musun?" diyerek dinletir. Benim tercihim caz/ oxigen (sabahları Barthez varken güzeldir) ancak herkesin zevki kendisine, yeter ki müzik olsun fonda, tebessüm ettirsin kahveyi yudumlarken, gerisi boş...
P.S. Çaydan anlamam, pek sevmem de, sadece Earl Grey severim. Fırınla beraber evimde çaydanlık da yok, öyle çaydanlıkta çay yapmasını da bilmiyorum. Evde kaldım-en azından türkiye'de-onu biliyoruz zaten...
Monday, April 2, 2007
Geç pazar notları
* * Sabahın da aynı şekilde devam eden başağrısı biraz dindi ve öğleden sonradan itibren 4'lü ve + 1 olarak eğlenceli bir pazar geçirdik bende. İhtiyacımız vardı çünkü geçen hafta ağır geçmişti hepimiz için. B.'yi tekrar gülüyor görmek mutluluk vericiydi. Ancak günün asıl bombası, M.'nin İskenderunlu sevgilisi sayesinde yediğimiz muhteşem yemekler, yanında açılan kara kapaklı Efe'den sonra kımıldayacak durumda olmamızdı. Uzun zamandır bu kadar yediğimi hatırlamıyorum, daha da buzdolabında var, ne yapacaksam o kadar yemeği?
Buzdolabı mutfak demişken, "evli kadın gibi mutfağın var" diye tabir edilen mutfağımda her türlü sos, zeytinyağı, oyuncak, bok püsür bulunsa da fırın yok... Nedense almamışım, hep birileri "biz sana hediye alalım" dediği için kalmış, öyle pasta-börek de açmadığım için boşlamışım. Hoş, J.A. da açmazdı, demek ki anasına bak kızını al misali, ben de öyle börekler, baklavalar yapan kız olmayacağım (gerçi, j.a. 'nın uzay mekiğini andıran bir fırını var ama herhalde bu biraz da yaşla ilgili bir durum). Tabii evde fırın olmayınca M.'nin muhteşem sevgilisi eve fırın taşıdı, biz de hayranlık içerisinde baktık kendisine.
Neticede, zor geçen haftanın iyiye dönüştüğü, kahkahalarımızı yeniden attığımız, yemeğin artık görülmek istenmediği, türlü dedikodunun yapıldığı güzel bir pazardı. Never on sunday...
*** 20:45 takımı deplasmanda yendiği için F.A.'nın keyfi yerindeydi. Daha takımı tam affetmiş sayılmaz ama maçtan sonra beni aradığı için, belli ki aralarındaki buzlar eriyor (vardır f.a'nın böyle huyları: daha cep telefonu filan yok dünyada, f.a. ali sami yen'de basın tribününde maç seyrediyor, herkes büyük ciddiyetle yazıyor çiziyor, gazeteleri filan arıyor haberleri geçiyor, bizimkisi ise evi arıyor "hehe nasıl da yenildiniz bize" demek için). O yüzden eminim, biz yenilmiş olsaydık aradığında daha keyifli olacaktı, "eee siz de noldunuz ya bugün" diyecekti.