Arada yaşanan günlerdeyiz. Bitmeden, tükenmeden ama bitirerek tüketerek. Ayrıca sıkıcı da. Böğürmeleri de, kavgaları da, yalanları da, tipleri de, karakterleri de, cehaletleri de, ingilizceleri de, ilan-ı aşkları da...Kısacası her şeyleri sıkıcı, haliyle bahsi geçen,sözde heyecanla beklenen seks kayıtlarını hiç mi hiç merak etmiyorum. Kudretli ve muktedir olarak beyefendi merak etmesin, sıkıcı insanların sıkıcı seks sahnelerini seyretmenin vakit kaybı olduğunu düşünüyorum. Ola ki ve illa ki "seks seyretmek istesem" gözlerimi bu sıkıcı sahnelerle yoracağıma gider şahane sitelerden birinde seyrederim; hem de HD, sonuç sen sağ ben selamet.
Ama işte, aradayız hep bu aralar. Dünyamız da hissimiz de öyle. İyi olmak "peki biraz kabul edilebilir" de ama sonra "aman çok iyi olmamak" . Olamamak. Olmanın ayıp olması da cabası. Gülmenin utandırması ile neşeli kahkaha atmanın ahlaksızlık ile bir tutulmasını zaten geçtim. Ulan bir aile hem kalkınacak, hem her yeri parselleyecek, hem de en zengin en ahlaklı en inançlı olacak en güzelinden öyleymiş gözükecek diye ne yediğimiz kazık kaldı, ne de işittiğimiz ahlaksız sıfatlar, üzerimize yapıştırılan aşağılayıcı tanımlar?
70 milyon resmen 15-20 kişiye (üreme yoğun tabii) karşı boşa kürek çekiyor resmen. Oturduk kaldık arada yaşanan günlerde.
whatever.
p.s. monuments men ocean's 11'nın kansız silahsız savaş filmi versiyonu gibi. çerezlik. konusu da hem gerçek hem de ilgi çekici olsa da sanki ocean's 11 daha başarılı. en azından daha eğlenceli daha parlak, daha çıtır çerez yemelik.
p.s. ferzan özpetek'in filmi, allacciate le cinture...aman yarabbim ne kadar kötü bir film... tamam; renkler güzel, kızlar güzel, adamlar güzel, şehir güzel, italya güzel, vespalar güzel de ne kadar klişe karakterler, ne kadar tribünlere oynanan ağlak konuların abartılı halleri. hele o müzikler...nasıl sıkıcı (ki bir sezen aksu şarkısı olmayışına bu defa şaşkınlıklar içerisindeyim). beğenen beğenir elbette de o beğenen ile ben sinema filan konuşmayayım.
p.s. (3) yaz sonu olsa gerek... fuket ile konuşurken, bir şekilde kendimce geçtiğimiz yıllara dair en çok rahatsızlığını hissettiğim, varlığından yorulduğum ama ne olduğunu bir türlü göremediğim adlandıramadığım "şey"i bir şekilde anlatmaya çalışırken bunun "cehalet" olduğunu farketmiştim. orada öylece pek de kaale alınacak kadar süslü kelimeler olmaksızın konuşurken bir anda, yıllarca göremediğim görsem de görmek istemediğim farketmekten kaçındığım durum kendiliğinden dile gelmiş oldu. gerçekten de güzel, eğlenceli, bilgili görüntünün altındaki cehalet idi beni en çok rahatsız eden, hayallerimi kıran, söylemimi küçümseyen, büyük sıfatların aslında altında yatan küçük hayatları tek doğruymuşcasına benimsetmeye, şaşalı elbise etkisi yaratan tek tip uniformalı hayatın en güzel hayatmışcasına kabul ettirmeye çalışan. bunu da fuket'e "zamanında kitap, roman okumamaktan oluyor olsa gerek, hayaller küçük, sıradan, yerel, uzaklara gitmeyen ve daha da kötüsü gitmek istemeyen" gibi anlatmaya çalışmıştım. pazar günü murat menteş de bambaşa ama bir o kadar benzer hem de siyasi bir konuda edebiyatın, kitap okumanın öneminden bahsedince kendime kendime çok güldüm. okumak lazım. cidden. belli bir yaştan sonra da olur. dedikleri gibi "geç olsun güç olmasın" ama yine de çocukluktan itibaren okumak edebiyat ile haşır neşir olmak her şeyi bambaşka kılabilir, çocukluktan çıkıp da yetişkinlikteki karakterini edebiyat karakterleri, kahramanları renklendirebilir, ufkunu açabilir, sıradanlıktan çıkartabilir. evet, aslında anlatırken de aradığım kelime bu idi; "ufuk". ufkumun ne yakınımda ne de çizilebilir olmasını istemiyorum, galiba her şeyin çıkışı bu.
p.s. (4) malum savaş günlerindeyiz. "corsair" korsan gemisi demek fransızca. bir yandan da savaş gemisi demek olsa da korsan gemisi olarak da geçiyor. biz de korsan gibi bir şeyiz zaten. kaba saba, zarafetten uzak, arkadan vuran, başkasının elindekini almak için gemisine çıkan halimizle klişe korsan görüntüsüne gayet uyuyoruz. herhalde kimsenin de itirazı olmayacaktır. her şey manidar.
Ama işte, aradayız hep bu aralar. Dünyamız da hissimiz de öyle. İyi olmak "peki biraz kabul edilebilir" de ama sonra "aman çok iyi olmamak" . Olamamak. Olmanın ayıp olması da cabası. Gülmenin utandırması ile neşeli kahkaha atmanın ahlaksızlık ile bir tutulmasını zaten geçtim. Ulan bir aile hem kalkınacak, hem her yeri parselleyecek, hem de en zengin en ahlaklı en inançlı olacak en güzelinden öyleymiş gözükecek diye ne yediğimiz kazık kaldı, ne de işittiğimiz ahlaksız sıfatlar, üzerimize yapıştırılan aşağılayıcı tanımlar?
70 milyon resmen 15-20 kişiye (üreme yoğun tabii) karşı boşa kürek çekiyor resmen. Oturduk kaldık arada yaşanan günlerde.
whatever.
p.s. monuments men ocean's 11'nın kansız silahsız savaş filmi versiyonu gibi. çerezlik. konusu da hem gerçek hem de ilgi çekici olsa da sanki ocean's 11 daha başarılı. en azından daha eğlenceli daha parlak, daha çıtır çerez yemelik.
p.s. ferzan özpetek'in filmi, allacciate le cinture...aman yarabbim ne kadar kötü bir film... tamam; renkler güzel, kızlar güzel, adamlar güzel, şehir güzel, italya güzel, vespalar güzel de ne kadar klişe karakterler, ne kadar tribünlere oynanan ağlak konuların abartılı halleri. hele o müzikler...nasıl sıkıcı (ki bir sezen aksu şarkısı olmayışına bu defa şaşkınlıklar içerisindeyim). beğenen beğenir elbette de o beğenen ile ben sinema filan konuşmayayım.
p.s. (3) yaz sonu olsa gerek... fuket ile konuşurken, bir şekilde kendimce geçtiğimiz yıllara dair en çok rahatsızlığını hissettiğim, varlığından yorulduğum ama ne olduğunu bir türlü göremediğim adlandıramadığım "şey"i bir şekilde anlatmaya çalışırken bunun "cehalet" olduğunu farketmiştim. orada öylece pek de kaale alınacak kadar süslü kelimeler olmaksızın konuşurken bir anda, yıllarca göremediğim görsem de görmek istemediğim farketmekten kaçındığım durum kendiliğinden dile gelmiş oldu. gerçekten de güzel, eğlenceli, bilgili görüntünün altındaki cehalet idi beni en çok rahatsız eden, hayallerimi kıran, söylemimi küçümseyen, büyük sıfatların aslında altında yatan küçük hayatları tek doğruymuşcasına benimsetmeye, şaşalı elbise etkisi yaratan tek tip uniformalı hayatın en güzel hayatmışcasına kabul ettirmeye çalışan. bunu da fuket'e "zamanında kitap, roman okumamaktan oluyor olsa gerek, hayaller küçük, sıradan, yerel, uzaklara gitmeyen ve daha da kötüsü gitmek istemeyen" gibi anlatmaya çalışmıştım. pazar günü murat menteş de bambaşa ama bir o kadar benzer hem de siyasi bir konuda edebiyatın, kitap okumanın öneminden bahsedince kendime kendime çok güldüm. okumak lazım. cidden. belli bir yaştan sonra da olur. dedikleri gibi "geç olsun güç olmasın" ama yine de çocukluktan itibaren okumak edebiyat ile haşır neşir olmak her şeyi bambaşka kılabilir, çocukluktan çıkıp da yetişkinlikteki karakterini edebiyat karakterleri, kahramanları renklendirebilir, ufkunu açabilir, sıradanlıktan çıkartabilir. evet, aslında anlatırken de aradığım kelime bu idi; "ufuk". ufkumun ne yakınımda ne de çizilebilir olmasını istemiyorum, galiba her şeyin çıkışı bu.
p.s. (4) malum savaş günlerindeyiz. "corsair" korsan gemisi demek fransızca. bir yandan da savaş gemisi demek olsa da korsan gemisi olarak da geçiyor. biz de korsan gibi bir şeyiz zaten. kaba saba, zarafetten uzak, arkadan vuran, başkasının elindekini almak için gemisine çıkan halimizle klişe korsan görüntüsüne gayet uyuyoruz. herhalde kimsenin de itirazı olmayacaktır. her şey manidar.
No comments:
Post a Comment