Monday, September 30, 2013

İnadına- hala yaz # 3

Birden havanın güzelliği ile seyrettiğimin coşkusu birleşince gerçekten de hala inadına yaz, inadına tiril tiril ruh hali hissettirdi kendini. Ne güzel! Tam da ihtiyaç duyulan zamanda, günde, günlerin ertesinde. Elbette yarın öbür gün manasız sonbahar romantizmi gelecek, gökyüzüne baktıkça sıkışacağız ama today is the day ... İnadına, hala yaz, hala isyan . Aynen Londra'da olduğu gibi, mainstream içerisinde varolmayı reddedenler gibi. Oluyormuş. Biraz zor ama yine de oluyormuş işte.

Bizler için üzücü olan şu; aynen Sanayii Devrimi örneğinde olduğu gibi her şeyin geç ve kötü bir taklidi şeklinde yaşanan bir ülkedeyiz. Yani bizde daha Sanayii Devrimi yaşanmamışken yıl 2013 olmuşken bir yandan "7 yaşındayım namaza başlıyorum" gibi durumlarla bir de uzaya gitmeye kalkıyoruz, müzik sanat filan yapıyoruz. İşte yani olduğu kadar. Şekilde görüntüde çok sorun yok, kurtarır da altı boş işte. Kof! Çoğunluğun, çoğu hadisenin çoğu insanın olduğu gibi kof.

whatever Eldeki bu, yapacak bir şey yok. Ama en azından Londra korsan radyoları dinleyebiliriz. Original pirate material!

p.s. uzun uzun ingiltere'deki korsan radyoları yazardım ama üşendim. sadece coşmak istedim.

Friday, September 27, 2013

İnadına- hala yaz # 2

                               "le déjeuner des catonier", auguste renoir, 1881 


Gerçekten de öyle. 1 Eylül itibariyle her tarafta yazılan sıkıcı, melankolik "yaz bitti" temalı bütün yazılara inat hala yaz havası gibi. Hala tiril tiril elbiselerin giyilebildiği, çorapsız sokaklara çıkıldığı, her şeye rağmen ruhların da tirilliğe uçuşmasına çalışıldığı yazın son günlerindeyiz.

mira'lı pazartesi, r.'li öğle yemeği, kaybedilenin ardından 40 duası (demek ki 40 gün geçmiş), "kanlı canlı kız" sıfatının 500.kez duyulması vs derken inadına hala yaz...  

Tuesday, September 24, 2013

Dream on # 7


mücevher seçimi, bir türlü seçilemeyen kolyeler, bilezikler, yüzükler, " bu oldu" "bu olmadı" ve tüm bunların arkasındaki ise brad pitt. yani yine ünlüsü, people'ı, fantezisi ile fantastiklikte çıtayı yükselten bir rüya. gerçekten keşke freud aplikasyonu filan olsa da rüyaları freudyen bir dilde yorumlasa...onun dışındaki bütün yorumlar elbette "gece kıçın açık kalmış senin". 

Monday, September 23, 2013

Jim, the man

Dün gece, Los Angeles. James Gandolfini kısa basit cümlelerden oluşan ve gerçek bir samimiyetle söylenmiş sözlerle anılmış şatafatlı glamour bir dünyada. Tüm o parıltının içinde biraz olsun gerçeklik iyidir, ne olursa olsun gidilen yer herkes için aynı değil mi? Hadi orası öyle.Ama asıl kaç kişinin arkasından söyleneceklerin samimiyeti bu derece olacaktır, "adam" kalıbındakilerin çapsız olduğu ortaya çıkacaktır, dökülecek gözyaşları timsahınki değil de gerçek bir kaybın üzüntüsüne olacaktır? İşte asıl soru burada. Yoksa cenazelerde kadrolu ağlayan bulmak, konuşmalarda kadrolu yalancı duymak dünyanın en kolay işi.


Thursday, September 19, 2013

Sabah keyfi # 4

Buralarda budur. Yani havanın rengi. Eğer Portofino'da olsaydık da işte bugünün rengi suda aynen böyle olurdu. Ama burada da fena değil sanki. Her şeye, her türlü pisliğe, bok atmaya, cinayete, kendini bilmezliğe, küstahlığa, kibire rağmen yine de işte güneş bir şekilde doğuyor varlığını hissettiriyor. Yazın son günleri olsa da, 1 eylülde "yaz bitti" diye telaffuz edenlere gelsin bugün.

P.S. portofino mu santa margherita mı? kesinlikle santa magherita...çok daha güzel çok daha yerel çok daha doğal. portofino ise bildiğin sıkıcı.

Wednesday, September 18, 2013

Father! Yes son

I want to kill you devam  ediyor The End. Öyle Freudyen yorumlara girmeyeceğim, çok sıkıcı olduğunu düşündüğüm Jim Morrison'na hayranlığı ise yıllar Flatline günlerinde bıraktığım için sözlerinin şiirlerinin hippi sıkıcılığına da değinmeyeceğim. Diyeceğim şey insan ailesini elbette seçemiyor. Ak da çıkıyor bok da. Ama yine de insan yaşadıkça hayatta asla annesi babası olmasını istemeyeceği insanlarla karşılaşıyor. Bir tanesi de aşağıdakinin kahramanı.Hadi ben tanımayan olarak tanısam evime sokmam da çoluğu çocuğu ne yapsın? Bilmem belki büyüyünce çekip gider uzaklaşırlar da şu anda acınası haldeler. Kim ister ki bu adamın çocuğu olmak?

Arkadaşlar

Arkadaşlar, dostlar iyidir hoştur şahanedir de, "arkadaşlar" diye konuşan insanlar kabustur. Bugün bunu bir kez daha gördüm duydum nefret ettim. Gerçekten de işte filan vardır böyle "arkadaşlar arkadaşlar" diye vik vik konuşan tipler. Kadın erkek de farketmez her halükarda korkunç bir üslup. Takipçileri de işte çoğunluk özellikle de çok samimiyim diye kendini ortalara atan tipler. Kapıdan gelse eve almam "arkadaşlar" diye konuşanı. Değil eve almak, yanında yürümem. O kadar kötü.

Tuesday, September 17, 2013

Ba(ğ)zı insanlar

Gerçekten de bazı insanlar güzeldir, rahattır, keyiflidir.  Hayat kimseye olmadığı gibi onlara da gül bahçeşi tadında olmamasına rağmen yaşanan zorlukları acıları atlatmayı üstüne gitmeyi, ilerlemeyi bilir, elini uzatır.  Beraber vakit geçirdiğinde ise amacı seni çöp kutusu olarak kullanmak, farkettirmeden aşağılamak, eksiklerini kusurlarını göstermek değildir. Aksine düzeltmeye çalışmadan "olduğun gibi güzel" kabul etmektir. Daha da fantastiği bu bazı insanlarla konuşmak sanki ilerisini geleceği düz bir denklemde kurallı kaideli değil de heyecanla görmeyi sağlar. Öyle ki hayatta hayaller gerçekleşirmiş, sadece bu uğurda inanmak ve uğraşmak yeterli olurmuş hissi verirler.

İşte bu bazı insanların varlığı tarif edilmez şekilde şahane de ama yazık ki buna karşılık çoğunluk çocuksu hayalleri kırmaktan zevk alırmışcasına davranan, her türlü ilişkiyi ve o ilişki neticesinde kendi kazanımlarını hesaplayan, yolunu buna göre çizen sıkıcı ve sevimsiz tiplerlen oluşuyor. Bu bazı azınlığa sahip olmak, azınlıktan olmak her zaman mümkün olmuyor hayatta. Ama işte oluyorsa da oluyor; yapacak bir şey yok. Geriye sadece geçirilen zamanın keyfi ve rahatlığı kalıyor.

bugün, bu ba(ğ)zı insanlar, "olabilir", şahane, oley, mutluluk ve şans.


Sen !

Hiç öyle özel anlamlı, laf sokmalı, satır arası okunduğunda sözde varolduğu düşünülen anlamlar çıkartılacak bir başlık değil "sen!" başlığı. Pink Floyd, Hey You tınılı filan zaten değil, ki sevdiğim şarkı hiç değildir.

Her seferinde her haber başlığında ayrı ayrı şişilse de yürekler kararsa da yine de bir şekilde okunan gazetelerde gördüğüm bakan özneli haberdir başlığın sebebi. Ne çok mühim ne de çok istisnai bir haber ama işte o saygısız "sen"li üslup yok mu..? Odur tüm sebep. Cidden ama bu karşısındakine saygı duymadan dümdüz "sen" diye hitap etmek kadar görgüsüzce bir şey azdır herhalde. Bu devlet yönetiminde bulunan bir bakanın yine o ülkedeki bir üniversite rektörüne "sen talepte bulun dedim" gibi bir durumda da, lokantadaki garsona da, dolmuşta parayı uzatırken de kısacası birbirini tanımayan insanların birbirlerine ortada hiçbir samimiyet yokken senli benli hitaplar çirkinlikten, görgüsüzlükten, terbiyesizlikten başka şey değil. Samimiyet ise hiç değil.

Evet, muhtemelen bunu samimiyet ve "halka yakın olmak" maskesi ile yapıyorlar ama asıl olanın güçlerini hissettirmek olduğu o kadar açık ki... Bakan da, başbakan da, müşteşar da, müdür de, polis de, asker de, zabıta da, alışveriş merkezindeki güvenlik de, lokantada siparişini veren müşteri de, dolmuşta parayı uzatan yolcu da kendisine saygı gösterilmesini, itaat edilmesini bekliyor ve bunun en kolay yolunun da "önden hafiflice ezmek, otoriteyi hissettirmek" olduğunu düşünüyor. Yanlış! Hem de en okkalısından bir yanlış çünkü saygı da itaat de öyle sağlanmaz. Belki çoğunluk üzerinde etkisi olabilir ama asıl saygı görmek istediğinden göremez. Saygı itaati de beraberinde getirmez ama itaat etmeden de birisine saygı duyulabilir. İtaat zaten ne kadar küçültücü bir davranış biçimi. Derler ya Allah düşürmesin. Cidden Allah insanı itaat etmek zorunda bırakmasın; ne bir insana ne de bir düşünceye.

Offf cidden sabah sabah gazete okumak ne kadar iç karartıcı bir şey. Özellikle de Türkiye'de.




Sunday, September 15, 2013

P.S. # 7



beklenmedik cuma temizliği, teşekkür yemeği, eğlenceli teşekkür yemeği, "yırtarsan beni 2 hafta rehabilite edemezsin söyleyeyim", korku filmi, lazy mazy haftasonu, abdülhamit usulü yumurta, geçtiğimiz hafta ile gelen et arzusunun zübeyir'de son bulması, güzel hava, hastalığa sürükleyen alengirli hava, çok et çok rakı neticesinde "hoh", sakin pazar, never on sunday pazarı gibi pazar derken akan burunlar, üşüyen ayaklar, eylül ayı ile hay bin kunduz yine geçiştirilen gribal enfeksiyonlar falan filan ve işte p.s....

p.s. yüzüne gülümseme yapışmış vaziyette dolaşan insanları ne kadar sahte buluyorsam herhalde onlar kendilerini bir o kadar samimiyet patlaması olarak göstermek istiyorlar ve verilen  o pozlar o iddialı "sevgi börtü böcek" lafları bu yüzden olsa gerek. gülben ergen de mevlana'ya gönül vermiş onlarca ünlüden biriymiş, elbette onun yolunda aymış, hayatı bambaşka görüyormuş ve şems bir güneşmiş ona çıplak gözle değil ancak rumi'nin gözlüğü ile bakılabilirmiş falan filan. röportajında öğrenmiş olduk. o yüze monte edilmiş şahane gülümsemesinin ne kadar sahte olduğu o kadar ortada ki gösterdiği çaba takdire şayan. bir başka yapışık gülümsemeli meltem cumbul gibi. ne yazık ki her ikisini de dışarda sokakta, işle ilgili olarak görmek ve konuşmak durumunda kaldığımdan o gülümsemenin altındaki canavarı da yakından selamlamam gerekti. acıklı tabii her gün oynanması gereken maskeli balonun varlığı da işte bu da bir tercih, seçilmiş yol. aynen bizimkiler gibi. 

p.s. (2) pazartesi küçük haydutlar geri dönüyor. okullar açılıyor. bizim sokak için bitiştir. 

p.s. (3) taksim herhalde tarihi boyunca bu kadar çirkin bu kadar zavallı gözükmemişti. tünelleri ve giriş çıkış komedisini filan geçiyorum da meydanın durumu o kadar kötü ki kına ile boyansa belki bir renk gelir, o kadar vahim. ama bir yandan trajikomik bir durum da söz konusu çünkü koskoca belediyenin bir b planı yok. "alışveriş merkezini dikeceğiz, dönerciyi, tatlıcıyı açıp  paraları kıracağız, önce biz yiyeceğiz, sonra diğerleri halk dediğin de gelip gidecek işte neyi sorgulayacak" düşüncesi ile şekillenen hayaller bir anda çark etmek durumunda kalınca öylece elde çöl gibi kurak ve gri bir meydan ile bakakalma durumu daha ne kadar sürecek belli değil. doğumgünün kutlu olsun belediye! 

p.s. (4) dünya savaş çıkmama ihtimaline sevinirken bizimkilerin bu ihtimale karşı sergiledikleri düşmanca yaklaşım da bir o kadar samimiyet sorgulayıcı değil mi? 

p.s. (5) gerçekten de insanlara nazik olmak lazım. iyi bir şey bu. ama sahte bir nezaket ile gözleri döndürerek konuşan, fönlü saçlı bebek taklidi yapan kız nezaketinde değil. içten gelen ile ki çoğunlukta yok bu meziyet, çoğunluğa karşı da gerek yok zaten. aptallığın alemi yok; nazik davranana nazik, kaba saba davranana da hakettiği gibi davranılır. denklem bu kadar basit. 

whatever. bitsin gitsin. gidelim zaten.   




 

Friday, September 13, 2013

İnadına-hala yaz



Dönerken uçakta neden insanların 1 eylül itibariyle "yaz bitti" başlıklı yazılar yazdığını, dost meclislerinde sürekli olarak "eylül geldi ve artık geçti bitti koca yaz" şekline konuşmaları yaptığını anlamadığımızı konuşuyorduk.

Tamam belki kuzey ülkeleri için yaz mevsimi 2 hatta 1 kısa aydan ibaret olsa da bizim için pek öyle değil. Eylül hala kıpır kıpır hissedilen, çorap giyilmeyen, yağmur yağmadığı sürece üşütmeyen bir ay. Kışı sevmediğimden değil ama çıplak olmak, hafif olmak, sürekli dışarda olmak, evlere geç girmek, herhangi bir şekilde çorap giymemek, örtünmemek şahane bir şey. Zaten üç gün sonra bitecek ve her şey yeniden siyah olacak, İstanbul iyice çirkinleşecek,  yollar yağmurdan tıkanıp evleri su basacak. O halde neden bu bunalımlı ve olumsuz ifade? Hala ayağımda kumlarla derginin sayfalarını çeviriyorum ve giriş yazısı ile karşılaşıyorum "yaz bitti". Oley ! Ne güzel hem sıkıcı hem de sıradan. Bütün coşkuyu öldürmek lazım ciddiyete davet etmek lazım insanları; gerçekten müthiş!

Aslında ne yazıda ne de başlıktayım. Sadece insanların sürekli karşısındakinin coşkusunu, heyecanını, mutluluğu, keyfini piç etmesinden hazzetmiyorum. Üzücü olan şu ki, bundan zevk alan da var. Schadenfreude nedir de hatırlamak lazım bazen.

Bugüne dönersek...Hava güzeldi, tiril tirildi. Zaten bir sürü mide bulandırıcı olay oluyor bari hava bizden yana olsun, gülmemize yardım etsin...

- ne güzel tatile gidiyorsun?
yani. eylülde deniz soğuk ama yapacak bir şey yok.

- güzel şeyler oluyor ne iyi değil mi?
bakalım göreceğiz daha bir iyiliğini güzelliğini görmedik.

P.S. Biliyorum, yarın yağmur geliyor. Anladım. Sorun yok. Ama mümkünse tüketme beni!



Thursday, September 12, 2013

Dün-bugün neticesinde yerinde sayan Türkiye

Malum bugün 12 Eylül. A. Ailesi'nin özelinde olduğu kadar bütün Türkiye için kabus bir dönemin başlangıcı. Geçti gitti, geçmedi gitmedi, bilemem de hayat devam ediyor. Acılar geçmiyor ama değişiyor insanlar bu acılardan kendi yollarını çiziyorlar. En azından deniyorlar ileri gitmek istiyorlar. Kusura bakma bebeğim ama inadına ediyor! Sen 33 yıl önce bizim canımızı acıtırken gücünün ebediyen süreceğini sanmıştın ama yanıldın. Sen de rejimin de evleri basın tacizci kolluk gücün de, F.A.'ya o elektriği veren işkencecin de geçti gitti. Gönülde de vücutta da elbet bıraktığı yarası vardır da, aynen makyaj yaparken kullanılan kapatıcı gibi, 33 yılda yaşanan başka olaylar, mutluluklar sevinçler başarılar bu yaraların yıllar boyunca kaybettirdi.

Konunun özelinde biz fena değiliz de iktidar denilen, politik güç denilen şey hala aynı yerde, aynı zeka seviyesinde, aynı algıda. Hal böyle olunca 33 yılda öğrenilen ve öğretilenler alışveriş merkezi inşaatı, mevkiisi konumu ne olursa olsun herkesin birbiri ile kaba saba konuşma biçimi, beceremeyince diğerini boklama, değerini düşürme, sürekli mağdurmuş gibi yaşama, yalan ile her şeyin yapılabileceğini gösterme, görgüsüzlüğün ön plana çıkartılıp bunun artı değermiş gibi yansıtılması, eğitimin, bilginin değersiz baskın basanındır üslubu ile varolmanın bu sistemde geçer akçe olmaktan ileriye gidemiyor. Kısacası 33 yılda her şeyi herkesten daha iyi bilen tepedekiler, kendilerine aynada bakmadıkları, hep başkalarını suçlamayı marifet sanıp sürekli mağduru oynadıkları için  aşağıdakilerle kopardıkları bağları iyice kopardılar, bir bridge together inşaa edemediler. Edemeyecekler de. Bundan sonra gidilecek en son yer burasıdır, bundan başkası kişisel başarılardır.

Aslında sorum şu (hem kişisel hem de kamusal hayatta) "hala mağduriyet ve mağdur edilmiş bir geçmişe sahip olma hikayesi üzerinden işleri halletmekten, suçu başkalarına atmaktan, bir kez olsun hatanın kendinizde olduğunu düşünmemekten sıkılmadınız mı? "

"Apres moi, le déluge" canım! sana kolay gelsin! bu arada winter is coming!  



Wednesday, September 11, 2013

Guess who's back?

Başlık keşke sadece 1997 tarihli Rakim 'in Guess Who's Back şarkısı olsa da hip hop üzerine yazsam, gereksiz müzik yazarlarına köşe yazarlarına sallasam ... Tabii bu namümkün bizim buralarda. Genç yaşlı farketmez masum insanlar polis tarafından, kolluk güçleri tarafından öldürüldükleri sürece hiçbir zaman yüreklere huzur, tiril tirillik gelmeyecektir.Gücün amacı korumak değil de baskın olmak, baskısını, kendi baskın ideolojisini fiziksel veya pasif şiddet ile dayatmak üzerine kurulu olduğu müddetçe insanlar tepki verecek sesini duyurmak ve bu uğurda her şeyi yapmayı göze almayı deneyecektir. Ölmek bile buna dahil.

Uzaklardan, yükseklerden, kürsülerden, etrafında beş bin koruma ile gürlemek kolay ama bu karşılık uyumadan önce kafanı yastığa koyup iç sesinle tek başına kalmak cehennemin yedi katına katına ziyaretin çöken kabusu gibi. Dışarda, sokakta, ara sokaklarda, mahallende güven içinde olmak, hakkın için yürümek, toplanmak özellikle de robocop teçhizatın olmadığı düşünülürse korkutucu ve yıldırıcı. Ama tüm bunlara rağmen kafanı yastığa koyduğundaki huzurun tarifsiz derecede özgürleştirici. İşte aramızdaki fark. Siyah ve beyaz değil. İyi vs kötü ve çirkin. Çünkü artık kötülüğe içindeki çirkinlik de yansıyor.








Monday, September 9, 2013

" Ayna ayna söyle bana..."

Gerisi malum; herkesin bildiği Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalındaki kötü kalpli üvey annenin güzellik hırsı sebebiyle kendinden geçmiş vaziyette her gün sahip olduğu sihirli aynanın karşısına gecip aynı cevabı almak için beklediği soru yani "ayna ayna söyle bana en güzel kim bu dünyada?". Gerçi aynaya bakmak kolay iş değil. Değil en çirkinler (kimse onlar artık) için, en güzel insanlar için bile günü geldiğinde zordur, ruh haline göre beğenisi, beğenme seviyesi değişir. Beğenir, beğenmez, baktığı ile mutlu olur, olmaz. Ama geçer gider neticede.

Ancak daha da zoru şu hayatta, gerçekten ama gerçekten aynaya bakmakta. Fiziksel özelliklerin yansımasına değil de, yaptıklarını ve onların sonuçlarını tartacak şekilde aynaya bakmak asıl uğraşı ve cesareti isteyen şey.

Kimsenin mükemmel ve hatasız olmadığı düşünülürse (buna müktedir insanlar da dahil) herkes bir gün bir şekilde bir yerlerde tökezliyor, beceriksizleşiyor ve hata yapıyor. Buraya kadar çok doğal çok normal çünkü sonrasında o hatalardan ders almak ve yola alınmış derslerle devam etmek gerekiyor. Yani olması gereken bu da haliyle böyle olmuyor.

Ne yazık ki değil sadece tepedeki müktedir ve yalakaları, sokaktaki amca ya da en yakın olduğu düşünülen arkadaş bile dönüp de "acaba bu insan (insanlar) bana tepki veriyorsa bende de bir hata veya yanlışlık olabilir mi?" veya "zamanında yaptıklarımla kibirli davranışlarımla karşımdakini (karşımdakileri) kırmış olabilir miyim ki bugün bana böyle davranıyor?" gibi soruları kendisine bir kez olsun yöneltmediğinden ortaya herkesin kendisini haklı gördüğü bir evrende herkesin bir diğerine ayar verdiği, sürekli karşındakini kendi çevresine şikayet ettiği, kullandığı sözler ve uslup ile onu küçümseme cüretini kendine gördüğü bir hale dönüşüyor. Ve netice itibariyle de durum iyice sıkıcılaşıyor, hissedilen tiksinti duygusu daha da artıyor ve mesafe gittikçe büyüyor

İşte burada da durum budur. Burada ve her yerde. Sokakta ve yüreklerde. Özel uçakta her türlü lüks içerisinde 19 saat uçtuğunu sanki benim cebime girecek bir şeyi varmış gibi anlatıp, öldürülen gençler, bitirilen sportif hayatlar, tüketilen eğitim hakkı ve daha nice adaletsiz sebeple kaybedilen rantın ağlaklığını yapan bir insan kendisine saygı gösterilmesini istiyorsa; üzgünüm, çok geç. Önce aynaya bakıp işi nerede sıçtığını görecek üstüne bir güzel yaydığı sudan bahaneleri silecek ve nihayetinde kendisinin yapmış olduğu kendi hataları ile yüzleşecek. Zor ama genelde baskın basanındır diye hareket edenlerin çoğu hatanın asıl sahipleridir. O yüzden aynaya bakmayı öğrenmek gerekiyor. Ha, belki  ondan sonra konuşulabilir. Belki. Ama konuşulmasa bile en azından ilerlemesinde yardımcı olur. Bensiz ve benimle. İyi bir şey bu çünkü bu yollarda illa beraber yürümek gerekmiyor. Benimle de olur bensiz de olur ama ilerleme mümkünse olsun lütfen. Kamusal hayatta da sosyal hayatta da bu böyle. Yapacak bir şey pek yok; truth hurts ama yine de gerçeği bilerek yürümeyi "mış gibi" sürdürdüğüm yalana tercih ederim.


Le retour # 3 -"düğünün bir üyesi"

gerçek bir keyif ama daha da ötesi gerçek bir heyecan yaratan düğün, d. aka louboutin ve e.'nin düğünü, bodrum hatta yalıkavak, cuma-pazar, uçağa ancak ucu ucuna yetişebilen bir # 8, güzel hava, güzel otel, her tarafı azerbaycan olan otel, deniz, sahil, cin tonik, kalabalık ama güzel kalabalık, ama herkes (cidden herkes; miracığım da dahil olmak üzere herkes), yenilenler, içilenler, kalabalıktaki "manikürcü" yorumuma reey'in büyük kahkahası , happy hour, happy hour'da bir bebek: mira, 40 küsür günlük ve bakıcısız ve herkesin kucağında gezen mira, nisbeten sakin bir düğün öncesi gecesi, "sait", iyi garson, eski sait, midye dolmanın lezzeti, güzel yemek, güzel rakı; cumartesi günü düğün günü, epeyce kalabalık bir listeye rağmen rahat insanlar, keyifli insanlar olmanın neticesiyle her şeyin doğallıkla güzelce akıp gitmesi, keyifli , yarışsız, hırssız, ayrımsız düğün, bol bol midye dolma, bol bol şampanya, örgülü tomaşenko saçım ile kıro olduğum için altına batmış halim, kendime inanamadığım durmadan çektiğim ve yayınladığım resimler, masa bizim masa, eski masa, yeni ile eskinin şahane uyumu, mira' nın gecenin ismi oluşu, gerzek ötesi pozlar, ama gerçekten gerzek ötesi pozlar, çoktan çıkardığım ayakkabılar, elbette get lucky, sürekli gelen şampanya, bir anda düşüşüm (ama sarhoşluktan değil de taşlara takılma sebebiyle ufak çaplı uçuşum, bacakların morarmasına, etrafın endişelenmesine rağmen gülüp geçmek) ve kalkışım, dans müzik eğlence ve pazar, son gün, bir ara plaj, bir ara veda, bir ara öpücük, bir ara "25 yıldır tanırım bir kez olsun resim koyduğunu görmedim; şoktayım" lafları, bir ara dönüş yolu, bir ara uçak, bir ara "tahammülü zorlayan bodrum uçak yolcuları, bir ara istanbul, bir ara ev ve şehre dönüş ile beraber başlayan türkiye ciddiyeti.

p.s.  düğünün bir üyesi...big sister e.k.'dan öğrendim, aldım, boğaziçi şıngır mıngır ve aynı anda okuduğum diğer yaz polisiyeleri bitince onu okuyacağım.

p.s. (2) çok eğlenmiş, çok keyif almış ve onlar için çok mutlu olmuş olsam da uzak yerde düğüne hala uzak hala mesafeli hala bir o kadar soğuğum. rahatlatıcı olan tek kısım-bu sefer- zoraki ve zorunluluk olmaması doğal ve kendiliğinden gelişmiş olmasıydı. böylece hissettirdiği de bambaşka oldu. ama yine de benlik değil.

Friday, September 6, 2013

Son kaçamak


serinleyen hava, tiril tirilliğin kendini tamamen tiril tirile bırakması, güne gecelik üzerine geçirilen yine tiril tiril sabahlık ile başlamak, geceleri artık camları kapıları kapayarak uyumak, sürekli geçen sene ile mukayese etmek ve "yok ya daha sıcak olur geçen sene de böyleydi" demek, ustalıktan ve ustanın varlığından daimi kaçma hissini sözde beş ayrı kıtayı temsil eden beş halkanın birleştiği ve korkunç paraların döndüğü olimpiyat saçmalığından yanlışlığından sonsuza kadar uzaklaşmayı birleştirip aka karşı hep karayı seçmek, bavul hazırlamak, geçen sene ucundan dönülen elbise fiyaskosundan sonra yedek elbiseyi bavula koymak, hiç sevmediğim uzakta düğün yapma hadisesine ilk defa zorakilik olmadan, keyifle gitmek (yine sevmiyorum orası ayrı), her şeyden öte heyecanlanmak, bodrum, akşamı, yarını, iple çekmek, soğuyan havaya hazırlıklı olmak ve son kaçamağa hazırlanmak..
  
p.s. "son kaçamak" derken...oh beybi! çok da seksi pek de seksi! denizin serin sularında, kumun son ateşinde çılgıncasına bir son kaçamak ...hahahah...kendi kendime yazıp bir o kadar da kahkahalarla güldüm...


Tuesday, September 3, 2013

Sabah sabah

Sabah sabah ilginç şeyler olabiliyor, gariplikler yaşanabiliyor, insan değişik hislere gark edebiliyor. Özellikle de kişi komik şekilde erkenciyse. Sabah yaşananların illa kötü olmasına gerek yok da işte; bir şekilde her şeyden daha fazla haberdar olunuyor, haberler iyi veya kötü daha erken duyuluyor, laciverte bakarken alınan kahve yudumları eğlenceli sitelerle birleşiyor, beautiful people merak ediliyor ama elbette bu insani hafiflik içerisinde Türkiye'de yaşandığı için ne yazık ki her gün ve her dakikanın bir mutsuzluk olarak varlığını hissettirdiğini asla ve asla unutmamak lazım ... Kısacası durduk yerde sabah sabah her şeye daha bir erken vasıl oluyor insan. Gülmeye de sinirlenmeye de. Sonra da geçip gidiyor işte.

... banka değişikliği ve bu değişiklik sebebiyle otomatik ödemenin gönderilmemesi, her şeyi her sistemi tam olan güzel yurdumun bankacılık sisteminin de tam olması sebebiyle manasız ve aptalca bir hadise olan iban numarası saçmalığı ile uğraşma zorunluluğu, bu yüzden eski dekontların araştırılması ile saklandığı hatırlanmayan eski yazışmalar, eski dekontlar ile karşılaşmak neticesinde sabah sabah içine girilen kah komik, kah sinirli, kah "maşallah amma zenginmişim amma para dağıtmışım" düşünce hali, kahveden alınan yudumlar, kaçılan hesaplar, kapatılan hesaplar, görülen işlemler, paranın değişen hacmi, işlemlerin değişen niteliği değişen kalitesi derken çoktan kapanmış (hesap) defterler (i) ...


Monday, September 2, 2013

Eureka: zehirli sarmaşık

Zamanında böyle bir film vardı hatta hatırlıyorum bir cuma günü SP çıkışında R. ile beraber görmeye gitmiştik Drew Barrymore'un oynadığı Poison Ivy filmini. Yani işte, rehab'ten çıkmış sarı saçlı kötü kız rolündeki Drew Barrymore loser sınıf arkadaşının maceraları filan 90ların yetişkin gençlik filmlerindendi. Bu sabah ise yeni ay yeni gün yeni dünya vs diye uyanıp bir de durumun zehirliliğine uyandım. Gerçekten de zehirli sarmaşık gibiymiş, doğruymuş, öyleymiş. Neyse ki hem eureka hem de hallelujah bir arada oldu; bitti gitti.  

Breathe-Respire, V

Resmi çeken elbette ben değilim de resimdeki yeri biliyor hatta şu ortadaki evi ise neredeyse "girişte soldaki benim odam" diyecek kadar tanıyorum. Şu pembeye kaçan kırmızımsı ev. Yer Tropea. İtalya'nın güneyindeki Calabria 'nın sahil kasabalarından biri. Denizin güzelliği, yemeklerin lezzeti filan çok şahane olsa da benim için bir şekilde uzakta gözüken ama çok yakın olan "diğer ailem" dediklerimin yazlık mekanlarından, gidip de evlerine kaldığım yerlerden. Ne var ki tüm bu bilgiler, resme bakıp iç geçirmeler, özlem duymalar filan gibi manasız işler hayatın işleyişinde gidişatında nefes aldıran bir şey değil. Veya Breathe-Respire başlığı taşıyacak kadar değil.

" Coucou tatie! Merci bcp pour ta jolie carte! Je l'ai accrochée dans ma chambre! Je pense fort a toi et je vais t'envoyer des photos de mon petit frere et de moi. Papa et maman t'embrassent tres fort et tu nous manques bcp bcp! Vittorio".

Asıl nefes aldıran, gülümseten, mutlu eden yukardaki mesaj yani Tropea 'da ailesiyle tatilde olan, şehre döndüğünde de Thassos kartını bulan ve bundan yine iki yıl önce beraber Tropea'da denize girdiğimiz dört yaşındaki Vittorio'dan gelen not. Gerisini sallıyorum.


Sunday, September 1, 2013

Never on sunday # 12




perşembeden gelen tatil hali, hafif ruh hali, evde hali, yatağın bir tarafından diğer tarafına geçiş hali, yemek hali, saatlerce konuşma hali, okuma hali, gülme hali, önemsememe hali, "dün ikimiz de içmişiz yarın da içeceğiz o halde bu akşam sakin olalım" hali, karşı'ya geçme hali, efsane jumbo burger'in ne kadar kötüleştiğini lezzetsizleştiğini görme hali, büyük kulüp'ün afallatan kapısı; cumartesi olunca "daha sadece cumartesi munzırlığı, keyfi, havanın esen ama üşütmeyen hali, en son haziran sonu gidip de dayanamayıp kalkıp barikatlara gelinen aradaki sürede deli gibi özlenen sabahattin keyfi, rakının özlenen tadı, kırmızı elbise heyecanı, "ooo daha yarın var ooo" diye karşılanan pazar, yıllar sonra ilk defa bilinçli olarak çöpçülerle beraber kalkıp da sokak simidinin peşinde koşan # 8, artık yemek yemeyi bir süreliğine askıya alalım hali, özlenen never on sunday hali, "eylül geldi" hali, fantastik değişiklikler hali falan filan...