Friday, May 31, 2013

Bitmeyen Utanç

Her şey değişir, hiçbir şey aynı kalmaz deseler de gelecek gerçekten uzun sürüyor ve burada hiçbir şey değişmiyor.

Bitmeyen utançların, bitmeyen nefretin, bitmeyen kabusun yeri burası.

31 Mayıs 2013 Istanbul. Medeniyetin beşiği, kültür başkenti, olimpiyat ateşinin yanma umutlarının yaşatıldığı kardeşliğin ve sevginin başkenti. Ya da yine bugün gaz bombası, cop darbesi, tazyikli su püskürtmesi neticesinde yaralılar, ciğerleri sökünler, astım krizine girenler, metroda sıkışıp kalıp kalp krizi geçiren ve daha niceleri ile utancın başkenti.

#occupygezi 


Thursday, May 30, 2013

Kahramanlar kırmızı giyer

Artık olaysız, mücadelesiz gün yok. Her gün bir azap her gün bir sıkıntı. Ve her gün, hayata dair mutluluğu hissedebilmek için de çaba gerekiyor. Bunların üzerine bir deutanç eklenince iyice evlere şenlik oluyor insanı ruh hali. Daha boktanı, hissedilen utanın kişinin kendi hissetiği değil de başkalarının yerine hissedilen olması. Cidden bu, her şeye daha başka bir anlam katıyor, başka bir güzelleştiriyor.

Gezi Parkı'nın yıkılmasına direniş, her zamanki gibi kendi vatandaşını ezmesi için gönderilen kolluk güçleri, en sevilen oyuncak biber gazı, en sevilen oyun arkadaşı "hınçla ve nefretle" yaklaşılan kendisi gibi olan sıradan vatandaş, yaşanan rezillikler, yıkılan çadırlar, yakılan çadırlar, desteğe giden milletvekilleri ile kendi küçük ama cebi büyük dolduran hesaplarına düşmüş diğer milletvekili sıra arkadaşları, gazetelere, televizyonlara ama asıl yabancı basına ve internete yansıyan kareler ve utanç ve kırmızı elbiseli bir kahraman. Gerçek kahramanların içimizde aramızda olduğunun göstergesi gibi kendisi.

Sevmedigim şey büyük laflar, büyük sıfatlar, büyük şaşalı hareketler, büyük iddialar, büyük tasarımlar, "en" büyük olanlar. Bir şeyin büyüklüğü, iddiası ne kadar üstüne basarak telaffuz edilirse aslında bir o kadar da olmadığının net göstergesi değil midir? 

Polisin biber gazı sıktığında kıpırdamayarak duran kırmızı elbiseli kahraman kendisi. Niyeti kahraman olmadan hareket edenlerden ama işte kahraman olanlardan. Durmuş öylece. Ne güzel. Öbürü de basmış gazı; müdür ağabeyinden, bakan babasından "aferin"i almak, takdir edilmek, kıvançla işini yapmaya devam etmek için.

Şanslı ülkeler, milletler, şehirler var bu dünyada ama biz onlardan biri değiliz. Olmayacağız da.

Kahramanlar kırmızı giyer.

Sunday, May 26, 2013

Never on sunday # 9




günlerin getirdiği derken, elbette bu topraklarda her güne iç çekerek, mutsuzlukla başlayıp ancak bireysel çabalarla mutlu olabilmek derken, toplumsal manasızlık ve kitlesel yapmacıklık ile tabanı kaybetmemenin korkular içerisindeki acıklı çabaların alkollü kıyak neticesini yaşamak derken; perşembe gününün mutluluğu, ileriye dair güzel adım derken hatta çarşambadan başlayan keyifli saatler, nişantaşı'ndaki bahçeli ev, s.s., g.g. ve leopard lover g.; perşembeye geri dönüş, devasa atlas, atlas mutluluğu, sakin (!) cuma, heyecanlı cumartesi, güzel hava, geç geç çok geç akşam yemeği, juno, karşılaşılanlar, gidilmek istenip de gidilemeyen yerler, partiler; never on sunday, kayak kaykayı, no movie no popcorn, "meat free günlerin özlemi ve # 8. forever. ve tabii lahana bebek...   

Friday, May 24, 2013

Üzücü olan

Mayıs 2013 itibarıyle üzücü olan şu ki, dünyanın kafir ama mutlu ama özgür topraklarında yaşayanlar Mars'a gitmenin yollarını oluştururken, CERN'de evrenin derinliklerini araştırırken, sanat veya toplumsal projelerle ile farkındalık oluştururken, biz hala içki yasaklarının toplumu şekillendirmek üzere dayatıldığı, kişisel hak ve özgürüklerin güzelce sona erdirildiği, kendisine benzeyemeyenin herhangi bir hakkının olmadığı, kişinin kendi bedeni üzerinde dahi devletin söz hakkı iddia ettiği veya hangi gıdaların o bedene gireceğine karar verenin yine devlet olduğu günlerde yaşıyoruz.
Üzücü olan şu ki, yaptığımız küçük hesap yüklü büyük yasaklarla ancak kontrolü ele geçireceğimize inanıyoruz.
Üzücü olan şu ki, demek gösterilenin sürekli göze sokulan "doğru, dürüst, ahlaklı" gözüken resim içerisinde o kadar ciddi tutarsızlıklar ve tersine yaşamlar hayatlar var ki onları kapatabilmenin en iyi yolunun en uca kadar gitmek olduğuna inanıyoruz.
Üzücü olan şu ki, demek kendimize güvenimiz o kadar az ki ancak boyuna geçirilen tasma ve üzerine saldığımız korku ile yönetebileceğimizi düşünüyoruz.
Üzücü olan şu ki, dünya ileriye gidiyor biz ise geriye. Hem de gururla, hem de inançla.
Üzücü olan şu ki, hayatta her şeyin daha hafiflemesi gerekirken her gün yeni mücadeleyi gerektiriyor. Hem de en basit şeyler için yani, güne güzel başlayabilmek, hayatı güzel görebilmek, baharın keyfini, anın mutluluğunu yaşayabilmek için vs vs . 
Üzücü olan şu ki, her şey bir gün bitecek. Hakimiyet de teslimiyet de. Sıkıcı olan zamanın kendi zamanında gelmesi. L'avenir dure longtemps.


Tuesday, May 21, 2013

Gereksiz # 8

* Mehmet Tez'in müzik yazıları. Evet. Gerçekten müzik hakkında yazmasın hele hele hiçbir şekilde Daft Punk 'mış, Nile Rodgers'mış, Stevie Wonder'mış yazmaması gereken başlıklar. Aynen soul-funk-hip hop başlıklarında olduğu gibi. Ona derin gelen sular bu sular. Jack White filan hakkında yazsın, tamam işte. Ha bir de Melis Danışmend hakkında da olur, zaten her yıl kız yeni albüm çıkardığında mutlaka yazıyor. Yemin ediyorum bir nevi Bitmemiş 8. Senfoni gibi bir hadise bu. Off ki off. Hele o Vogue yazıları yok mu, sıkıntıdan damarları açtırır insana ... Yeni nesil tabir ile lifestyle yazıları belki daha uygun kendisine. Fena mı, ekürisi ile konu paslaşırlar, bedavaya seyahat ayarlanıp sonra da her zaman olduğu gibi köşelerinde yazarlar. Hadi oldu bu iş!

* Meltem Cumbul'un sürekli gülen hali. Hayır, gülsün tabii, güldüğünde kahkahaları duvarlarda yankılansın ne güzel de gel gör ki göstermek istediği kadarki "aşırı mutlu, aşırı pozitif, aşırı güleryüzlü" halinin gerçek olmadığı o kadar belli oluyor ki. Hem de kendisiyle tanışılan ilk günlerden beri yani üzerinde Rıfat Özbek imzalı kızılderilli tarzı ceket giyip çıktığı Number one'nın yayınlandığı TRT günlerinden beri yüzüne yapışık bir gülümseme ile tanışmış durumdayız.

* Ah ama asıl Ömür Gedik'ın konu ile hiç ilgisi olmayan manasız şuh pozlar vermesinin ve zincirlerini kırıp kıstığı gözleriyle ufuğa doğru bakarak daktilosunu tıklatan efsane bir kısa film ile kendisini bambaşka bir platforma taşıyan ama gel gör ki Aykırı Sorular'da gelen hiç beklemediği afallayan kişisel gelişim uzmanı (ki insanların toplumsal yaşamda kendi kendilerini koydukları yer ile yine kendilerince kendilerine yükledikleri bu istisnai sıfatlar beni benden alıyor) Aret Vartanyan'nın vak'a olarak irdelenmesini düşünsem yüreğimin ne yazık ki bunu kaldırmayacağını hissederek kendilerini sadece "gereksiz"ler listesine alıyorum. Ama o kısa film.. Ya nasıl desem, nasıl anlatsam ki? Ama herhalde seyredilmeden konuşmak beyhude bir çaba olacaktır. O kadar istisnai bir fantastiklikte...


Sunday, May 19, 2013

Never on sunday # 8

basık ama güzel bir pazar havası, aslında kıpırdanmaya başlayan cuma, üşendiğim için yapmamaya karar verdiğim cuma eğlencesi, yine bir öğleden sonra buluşması ve yine şimdi, ilerleyen olaylar, ilerleryen gelişmeler derken bir üstüne üstlük yıllar sonra gelen "büyük kapanış"ın keyifle, güleryüzle ve daha da fantastığı elin avuçlar içine alarak  yapılması, "müteşşekirim size, yaptığınız bütün kötülükler için. önümü açtınız", nihayet buluşulan muzo, u., gelemeyen boogie boy, beğenmediğim ama benim ayarlamadığım asmalımescit mekanı, gecenin bir yarısı gelen, gelmesiyle her şeyin yerine oturması bir olan # 8, içilenler, konuşulanlar, dalga geçilen anılar, daha çok dalgası geçilen gereksizliği malum yaşananlar, çoktan unutulanlar, çoktan silinip gidenler, çoktandır varlığının özlemi hissedilmeyenler derken çoktandır birbirimize duyulan özlem, çoktandır konuşulan buluşmanın yapılması, çoktandır sahip olunulan ilişki, çoktandır hissedilen arkadaşlık, kalkabilmek ve kalkamamak, blame it on booze; aylaklık cumartesisi, kalkmak istemek ile kalkamamak hali, "ooo bugün böyle geçer gider yarın allah kerim", çıkılmayan cumartesi gecesi, yapılmayan cumartesi akşamı yemeği; géraldine&virginie sürprizleri ile gelen véronique, biraz kuruçeşme, biraz taksi, biraz boğaz, biraz istanbul, biraz strasbourg, bolca biz, bolca oğlanlar-kızlar, bolca vittorio-carlo & emilie-louise, "au fait, toutes les trois, vous etes trois soeurs", arkası yarın ve never on sunday ... 

19-3= 16 gerçekten de come on baby light my fire !

Friday, May 17, 2013

Cuma sorusu

Havanın güzelleşmesi, mutluluğun bir şekilde geri gelmesi ile ileryen saatlerde daha fantastik cuma eğlenceleri gelse de yine sabah karşıma çıkan ve elbette nerede yaşandığını hatırlatan bir resim karesi cumayı erken saatlere taşıdı.

Evet sorum şu: neden arapça? Hediye aslında güzel, niyeti de güzel, öyle şaşalı değil gayet mütevazi ve samimi bir hediye. Gayet hoş da neden arapça? Biz arap mıyız? Türkiye'de arapça mı konuşup arapça mı yazıyoruz? Türkçe harflerle hat sanatı yapılamıyor mu artık çünkü böyle bir şey olmadığını biliyoruz. Eee? O halde neden arapça? İşte cuma sorum. Hiç öyle manasız milliyetçilik ulusalcılık filan değil sebebi. Sadece zaten sahip olunanın neden görmezden gelindiği ve olduğundan farklı gösterildiği gibi ait olunmayan bir kültürün neden peşinden koşulma sevdasının sebebini öğrenmek için sorulan bir soru bu. Yoksa,  benden sonra tufan artık bu dünyada.


Wednesday, May 15, 2013

P.S. iç sıkıntısı

Türkiye'de yaşayıp da iç sıkıntısı çekmemek, yüreğinin daralmasını yaşamamak mümkün değil herhalde. Her gün, her haber saati "şimdi ne olacak, şimdi neye küfredeceğim, şimdi hangi hakkımızı ele alacaklar , şimdi hangi yalanla gelecekler, şimdi hangi adaletsizliği adilmiş gibi gösterecekler, şimdi kimin canını acıtacaklar ...?" düşüncesi ile yaşanıyor, her güne ancak ve ancak kişisel çabalarla güzel başlanabiliyor.

Bugün mayısın sadece 15'i ve 1 Mayıs'tan itibaren o gün de dahil olmak üzere her gün bir trajik olay, her gün acılı saatler, yanan haneler, yokolan aileler diye devam edip gidiyor.

Reyhanlı, üstü kapatılmaya çalışılan Reyhanlı, elbette bunun sonucu oluşabilecek psikolojik travmalardan toplumu korumak için koyulan haber yasağı ve bunun savunulması, bir o kadar iyiliğini düşündüğü için her gün muhtelif yasaklarla onu istediği şekle sokan iktidarın Reyhanlı halkına gitmeyen hali, sözde futbol diye oynan çirkinler musabakası, ikisi de birbirinden lüzumsuz birbirinden çirkin olan Sabri ve Volkan, onlardan daha da lüzumsuz aldığı nefes insanlığa zarar olan ama çok akıllı bir hareket yaptığını sanarak beyinsizce elindeki muzu veya kafasına siyah torba geçirip elindeki negroyu sallayan mal taraftarlar, açık alanda uygulanmak istenilen içki yasağı, "aa yok hayır yaşam biçimlerini müdahele etmiyoruz" sanrıları, gerçekten de "yetmez ama evet" güzellikleri, gündemin değiştirmek için uygulanan aynı hareketler, geçen seneki uludere ve kürtaj ikilemesi ile herkesin asıl mevzudan uzaklaşması ve işte her zamanki gibi aynı hikaye, aynı yalanlar, aynı yasaklar, aynı müdaheler derken yaratılan aynı nefret duygusu. Hem de okkalı küfürlerle beraber. 

Bazen gerçekten Lüksemburg'lu filan olmak istiyorum. Her şey tasasız ve sorunsuz yaşansın geçsin gitsin. Varsın hareket olmasın. Huzur olsun, huzur.

Yine şiştim. Sustum ve durdum.

En güzel mayıs eğlencesi, Cannes !


Muhtemelen muhteşem mayıs ayı içerisinde en az doğumgünüm kadar beklediğim bir olay Cannes. Sinemacılığımdan, oyunculuğumdan değil elbette. Tamamen eğlencesinden, kırmızı halısından, gösterilen filmlerin aykırılığından, farklılığından, olayın fransız halinden, St Tropez halinden, geleneğinden, ilginç kurallarından filan.

Bu yıl 65.si düzenleniyor ve bugün başlayıp 26 Mayıs'a kadar devam ediyor. Bizde hala serin ve yağmurlu iken hava güney Fransa'da iyice güzelleşmiş, güneş açmış, her şey bir şekilde glamour vaziyette ilerliyor. Ayrıca kendi içinde birçok yarışması olan festivalin bu yılki jürileri arasında Agnes Varda, Nicole Kidman, Daniel Auteuil, Steven Spielberg, Jane Campion, Semih Kaplanoğlu da var. Güzel yani. Tasasız. Ne kadar güzel bir şey bir ülkede tasasız yaşayabilmek.

Ve afiş.. Paul Newman 'ın gençlik haline tav olan biri olarak afiş gerçekten de kıpırdatıcı. Paul Newman ve kendisi gibi oyuncu karısı Joanna Woodward 'ın öpüşen fotoğrafları. İki güzel insanın tek olunmuş hem de beraber de güzel olunmuş hallerinin resmi.





Nespresso poşetinin Chanel poşet etkisi

Kahve mühim şey. Hani elbette herkes için değil de sevenleri, güzel ve taze kahve peşinde koşanları için oldukça mühim şey. Nescafé içmeyenler için özellikle daha da mühim bir şey.

Nescafé kahve olarak görülmediği için varlığı kahve lezzetine herhangi bir şey katmıyor. Gereksiz granül üzerine sıcak su dökülüp içilen çamurumsu bir tadı olan bir şey. Bir zamanların Türkiye'sinde hiçbir şey olmadığı için gerçek arzu nesnesiydi Nescafé. İnsanlar evlerine misafir geldiğinde çıkartır havasını bir güzel atardı. Elbette gözleri Nescafé'nin cam kavanozundan ayırmadan "aman üç kaşıktan fazla koymamak lazım" diye ilave ederek. Bunlar eski güzel günlerdi. Sonra olay gelişti, Özal sonrası yerli malı yurdun malı dünyası bitti ve her şeye ulaşılır olundu. Kahve ise hala türk kahvesi ve Nescafé ile sınırlı kaldı. F.A.'nın yine çok çok eskiden yurtdışından filtre kahve makinesi getirmesiyle A. Ailesi'nin Nescafé macerası mutlulukla bitmiş, gerçek kahveye geri dönüş olmuştu.

Bugünlerde espresso'nun da iyice yaygınlaşmasıyla Nespresso furyası var. Her geçen gün daha da büyüyen. Biz eskiden Yeşilköy'de İ.K.'larda içerdik espresso'yu ki onlar bilindik italyan ailesi ev makinesi gibi olan moka ile yaparlardı, şahane olurdu.

Kahvenin mühim şey olmasına rağmen Nespresso hiç ama hiç çekici gelen bir şey değil bana. Bazen bazı arzu nesnelerinin bende bulunmadığına şaşıran insanların "neden Nespresso'n yok ki senin" gibi efsane komiklikte laflar duysam da Nespresso kahvelerini hem kötü, hem de sıradan buluyorum. Tat olarak da yarattığı düşünülen marka değeri olarak da. Açıkcası lezzetli bir espresso içmek için bu kadar büyük paralar verilmesini ve her şeyden öte bu kadar "bağımlı" olunmasını anlamıyorum. Yani kapsül bağımlılığı meselesinden dolayı. Lavazza Qualita Oro veya Roma'daki Tazza d'oro 'dan gelen gerçek espressoları içemedikten sonra ne kadar gereksiz bir şey.

Nespresso kahvecilerin, kahve tutkunlarının değil de ara sıra kahve içenlerin, kahvesini şekerli sütlü alengirli sevenlerin (forever rejimde olanlar hariç) kahvesi. En azından yurtdışında. Géraldine 'den biliyorum kahve sevmedikleri ve bir de lokanta sahibi oldukları için zaten marka tarafından "gönderilmiş" Nespresso makinesi var. İşte onlara gidince sabahları ben içiyorum , onlar da yanımda croissant ile beraber çay içiyor.

Burada ise Nespresso arzu nesnesi olduğu gibi, komik bir şekilde statü göstergesi de. Hele o dükkanı ve o dükkandan taşan kuyruk... Gerçekten insanın içi acıyor; hem o içerdeki insanların altı üstü bir kahve alacakken girdikleri komik hallere, hem de satıcılarının bulunmaz hint kumaşı satar gibi takındıkları tavıra. Ezik ve kendisine güvensiz türk insanın araba, saat, çanta gibi nesnelerle kendisine yarattığı özgüven duygusuna Nespresso poşetlerini de eklemek lazım. Ne de olsa yurtdışında gayet sıradan ve ucuz bir marka iken Türkiye'de İsviçre frangı üzerinden değer gören bir satış fiyatına sahip. Yani "this is not for poor people" algısı hakim. Sırf bu algısı bile Nespresso'yu evden uzak tutan bir şey.

Daha dün G.G. ile konuşuyorduk. Bir de üzerine bizim yaşadığımız "kahve yapma sendromu" eklenince gündemimin konularından oldu. Yoksa # 8 'de görüp de çok dalga geçtiğim ama lezzeti sonrasında gülmekle yanlış ettiğimi hatırladığım fantastik Tchibo var, bir o kadar fantastiklikte farklı tatları var, 40 saniyede yapılan fantastik espresso var. Doğru, benim için değil ama bazen bazı şeyler adına uyum adına olabiliyor, yapılabiliyor. Yoksa ben mokanın içindeki eski kahveyi üfleyerek çöpe atan ve kahveyi güzelce ateş üzerindeki mokada yapan italyan kahvecisiyim. Sabah kahvelerini ve eve yayılan o kokuyu geçiyorum zaten...Ama cidden bir gün kendime Gaggia makine alacağım İtalya'dan üşenmeyip sırtlayıp getireceğim.



Monday, May 13, 2013

Breathe - Respire

Derinden. Nefes alıp nefes verelim, hafif hava ve ruh hali bizi sarsın. Her şey, sadece etekler değil ama cidden her şey tiril tiril olsun. Yorucu, üzücü, yürek sıkıştırıcı hiçbir şey olmasın, gözler şişmesin şişip de çizgi romanlardaki japon çocuklarınki gibi tek çizgi hale gelmesin, Rio plajları gibi olsun, Bossa Nova gibi olsun, şampanya tadı hafifliğinde olsun, fıstık olsun, köpük köpük olsun, Get Lucky olsun, "we are shining" olsun, Another Star olsun, Don't Stop 'till You Get Enough olsun, Moon River olsun, O. Henry hikayeleri gibi olsun, Don Camillo öyküleri gibi olsun, Astérix maceraları gibi olsun, kaykay tekerliği akışkanlığı gibi olsun, rugby faaliyetleri gibi olsun, konserler gibi olsun, dün akşamki maç gibi olsun, arka balkondaki çam ağaçlarını kendi balta girmemiş ormanları haline getiren serçelerin sabah sesleri gibi olsun, yaz sabahı çok erken saatteki hafif esinti gibi olsun, yaz geceleri gibi her taraf açık ve dışarda olsun... Olsun da olsun. Elde tutulacak şekilde olmuyorsa da bari yüreklerde, niyetlerde olsun.

whatever.






Friday, May 10, 2013

Cuma eğlencesi # 6

Hafta arası New York'ta yapılan Anna Wintour imzalı Met Gala 'sının yayılan resimleri gerçek bir cuma eğlencesini hakediyor. Cidden fantastiklikte her şey ile yarışabilecek resimler. Hele bir de balonun teması punk & couture birlikteliği olunca ortaya çıkan fantastik ötesi...

Hamileliğini en fantastik şekilde geçiren Kim Kardashian ve sevgilisi Kanye West. Gerçi Kim Kardashian, Anna Wintour'un kara listesinde yer alsa da sevgilisi Kanye West 'in Anna Wintour'un chouchou'su olmasından mütevellit baloya gidebildi (ki geçen sene davet edilmemişti). Üzerindeki Givenchy özel dikim biraz bizim pazenden dikilmiş köy pazarındaki sebze satan teyzelerin elbiselerinin pahalısı gibi olmuş. Ve asıl en bombası, Anna Wintour 'un Vogue sitesinde bu resimde gözüken Kim Kardashian'i fotoşop ile kesip Kanye West'i yalnız koymuşlar. O kadar güldüm ki ...


Güzel elbise, güzel kız ve sadece böyle bir vücudun giyebileceği kadar güzel bir elbise ama bir o kadar embesil bir hali var ki bu resmin. Gisele de zeka geriliği taşıyan mankenlerden sanıyorum yaptığı komik açıklamalarıyla. Arkadaki amerikan futbol oyuncusu olan da kocası. O da bir kendisi kadar limit bir zekaya sahip, baby face bir tip. Hiç anlamı olmayan, tarz gibi değil de işte, gerzeklik olsun diye değişik saç kesimleri yapıyor mesela, sonra beğenilmeyince kamuoyuna küsüyor, o küsünce Gisele kavga ediyor diğer futbolcu eşleri ile. Feci sıkıcılar yani.


 Gecenin yıldızı Givency imiş, herkesi giydirmiş olmasından onu anlamış oluyoruz. Ama keşke giydirmeseymiş diye de düşünmüyor değilim. Şimdi Madonna 50sine geleli oluyor ama tabii Madonna olunca bunlar teferruat, doğru. Ama yine de bu kıyafet o kadar kötü ki! O peruk, o garip çorap filan yani hem punk olmamış, hem de üzücü şekilde gülünç olmuş.

 Marchesa giymiş Linda Evangelista çocukluğumuzda okuduğumuz Karlar Kraliçesi masalındaki korkutucu kraliçe gibi olmuş. Donuk, gergin, kırık beyaz uçuşan tüller filan ilk çağrıştırdığı o oldu. Zaten çocukken her şeyin bir masaldan beklenenin tersine yani pembe insanlar, gökyüzünden akan dondurmalar, şekerden evler, topraktan fışkıran çikolata dünyasının tam zıttı korkunçlukta ve soğuklukta olduğunu okuyunca büyük hayalkırıklığı yaşamıştım. İşte Linda Evangelista da benzer bir duygu yaşattı. Sıkıcı. O ki zamanında kısa kızıl/platin sarı saçları ile dünyaları sallandırırdı, şimdi donuk yüzlü gergin karlar kraliçesi olmuş. Puf!
" Oooo" deyip ardında bir de derin bir "ooh" çekeyim Sofia Coppola ve Marc Jacobs'ın kıyafetlerine. O kadar gülünçler ki Amerika'da Halloween zamanı The Adams Family gibi giyinip kapı kapı "trick or treat" diye dolaşan çocuklar gibi olmuşlar. Boyları da boylarına uygun Edi ile Büdü gibi resmen. Ve gel gör ki ortaya çıkan iki sevimli küçük çocuk görüntüsünden oldukça uzakta, resmen  Leoncavallo 'nun meşhur I Pagliacci operasınındaki ağlayan palyaço gibi olmuşlar. Özellikle de Marc Jacobs. Şiştim yemin ediyorum!
 Anna Wintour ve kızı. Biri Chanel bir Dior. Bilmem, her taraf çiçek deseni. Olsa da olur olmasa da.
 Kim bilmiyorum ama muhteşem bir elbise. Ya da tam benlik bir elbise. Giyebileceğimi zannetmiyorum o kadar uzun ince değilim. Ancak o altın sarısı payetler filan beni benden aldı, bling bling tutkumu daha da arttırdı. Atelier Versace.
Soldakini bilmem de sağdaki meşhur Kate Upton. Benlik bir tip değil ama beğeneni çok. Etrafımda da. İsveçli çok beğeniyor, # 8 "ışığı var" diyor, ben ise manasız şekilde skinny olmadığı, büyük göğüslü olduğu ve tüm sektöre karşı direndiği için beğeniyorum. Yoksa feci sıradan ama işte, bütün dünya beğeniyor. Azınlığı temsil ediyorum.Elbisesi güzel Diane von Furstenberg. Ama keşke yeşili biraz daha koyu olsaydı.

Elbise güzel Tory Burch yapmış özel dikim. Ama kız da normalde "bir şekilde güzel" olmasına rağmen "tematik punk" olacağım diye korkunç bir smoky eyes makyaji yaptırmış, feci olmuş. Ayrıca pixie denilen kısa saç ile sorunum var; beğenmiyorum. Ben herhalde 6-7 yıl önce öyle kestirmiştim hatta R.'nin Bodrum'daki düğününde saçım öyleydi ama bilmem belki o zaman da beğenmiyordum, fazla erkeksi geliyordu ya da kendimde gelmiyordu.
Carine Roitfeld'in oğlu ile beraber olan eski Vogue editörlerinden adını unuttuğum italyan bir kız. Üzerindeki Dolce & Gabbana. Kız güzel değil de elbise güzel taç daha da güzel, ortaya çıkan sonuç yaldızlar içerisinde güzelleşmiş bir Frida Kahlo 'nun sicilyalı versiyonu olmuş. Elbette kötü olmamış da bu gecelik değil sanki.
Yine bir taç, hem de daha büyük bir taç ve yine Sicilya prensesleri gibi siyah dantelli bir elbise. Bu yıl gece elbiselerinde böyle bir şey var; don veya işte şortumsu bir şey artık adı neyse o, yere kadar uzanan dantellerin altından gözüküyor. Benlik değil. Belki de kimselik pek değil ama işte moda takipçisi olmak, modaya göre giyinmek başka şey, insanoğlu bu uğurda her şeyi yapabiliyor. Altına siyah çorap giyseydi güzel olacak olan bu elbise kızda ayrıca olmamış. Kim olduğunu hiç bilmiyorum ama ben kafama böyle taç takıp sokaklara çıksam (ki bu fikre şimdiden bayıldım) böyle işli kenar yastığı gibi mahsun mahsun durmam, aksine hükümdarlığımın gücünü duruşumla hissettirim. Giydirilmek başka şey, manasız şey. 
Repossi mücevherlerinin yeni nesil temsilcisi, tomboy Gaia Repossi ve Dior Haute Couture kıyafeti. Lacivert ve siyahın beraber giyilmesine bayılmakla beraber fazlasıyla erkeksi bir kılık. Ama zaten dediğimiz gibi tomboy tarzlı kızlardan kendisi.  Zaten öyle alışageldik çekici veya güzel bir tip değil ama yine kendine has bir insan. Güzel bir şey bu. Yani tarz sahibi olmak ve onu taşıyabilmek. Ama yine de fazla sade. 
Zenginler çılgınlığı, tematik de olsa punk olmayı fönlü sarı saçlarının aralarına mavi/yeşil/pembe gibi renkler atmak olarak kabul ediyorlar. Misal Ivanka Trump. Edeplice güzel ve endamlı insanlardan. Yeşil eteği de güzel, bluz de güzel ama o saçlar ne punk ne zarif. Peruk gibi bir şey. 
Of of of ! Daha geçen hafta kendisinin bu sayfaya "güzel" olarak geldiğine inanamadığımı söylüyordum ki bunun daimi bir durum olmadığını yine görmüş olduk. Geniş bir hayal dünyası varmış hatta ruhu ve karakteri de çok çılgınmış gibi yaşayan, kendilerinden bahsederken "deli" olarak nitelendiren insanların kendilerini dışavurumları da bir o kadar sıkıcı oluyor. Gerçekte değil de gösterişte deli olup bir de aksine aşırı derecede sıkıcı ve sıradan oldukları için hareketlerinde ikilemde kalıyorlar. Ne yazık ki  "en uzağa işersem acaba sıkıcılığımı kapatabilir miyim?" düşüncesi ile hareket ediyorlar ve işte ortaya böyle sonuçlar çıkıyor. Kıyafet güzel ve gayet TopShop yani gidip alabiliriz, o kadar makul meblağlar. Ancak o kafada örümcek ağı varmış gibi yapılmış saç nedir ama, ben çözemedim orayı? Bence Anna Wintour bu Met Ball hadisesinde artık bu tematik geceleri bıraksın, edebiyle marka üzerine kurulu bir şeyler olsun, bitsin, gitsin. Çünkü gerçekten böyle "Met Ball'a gidiyorum tematik punk" olacağım sanrıları diye ortaya çıkan un kafalı Adams Family çocuklarının görüntüsü feci sıkıcı.
Gecenin nadir güzellerinden. Uma Thurman ve Zac Posen elbisesi. Güzel, saten, olur yani.


Valentino Vintage elbiseli sarı saçlı Anne Hathaway.  Ne güzel, ne farklı, ne de sansasyonel. Ama işte Valentino. Oscar töreninde Valentino giyeceğini söyleyip başka marka giymesi moda dünyasında kalpleri kırmıştı ama herhalde şimdi bu sorunu çözmüşler.

Hah işte, modacı olsam atölyemden içeriye sokmayacağım şöhretli insanlardan. Hem sıkıcı hem suratsız hem üzerinde hiçbir şeyi taşıyamayan tiplerden. Bir de hala depres ergen tripleri de sergilemesi iyice dayaklık hale getiriyor kendisini. Tulum olayı zaten beni aşan bir durum, hele böyle işlisi, şalvar kesimlisi iyice uzaklarda dursun istediklerimden. Stella Mccartney olsa da.
" Oley tematik punk olduk Burberry'nin Bruce Dickenson 'dan feyz aldığı demirli ceketlerini üzerimize geçirdik sarı saçlarımızın yarısını ördük, yarısını da kazıttık çok çılgınız biz " triplerindeki ingiliz kızlar. Birisi artık it-girl tacını vermek durumunda kalan Sienna Miller diğeri de varlıklı ve asil ingiliz ailesinden gelip mankenlikte yükselen Cara bir şey. Yeni it-girl kalın kaşlı Cara, Sienna 'yı açık ara döver de günün sonunda hepsi english rose, bir şekilde solup gidiyorlar. Misal, dakka 1 gol 1, daha iki gün önce yeni kız Cara, cebinden düşürdüğü küçük poşet torba içinde beyaz toz ile gündeme geldi. Her gündüz gece ile bitiyor neticede.   
Yok bakamayacağım. Givenchy Mivenchy ama gözlerim yoruldu elbisedeki, çizmedeki desenlerin karışıklığına.
Olur, bu da olur. Hayatta her şey var. Yalnız üzüldüğüm şu ki, o güzelim taçlar yanlış insanlar üzerinde heba ediliyor böyle hareketlerle, böyle çirkin saç biçimleriyle. Taç takmak istiyorum yalnız ben onu bir kez daha anladım. Elbise güzel ama da yani. Koyu katolik temalı  Dolce & Gabbana ve işli parıl parıl şahane hiç itirazım yok da neden o boy ? Biraz daha kısa olsa her şey daha güzel olacak. Ama D&G tamamdır, özellikle bu Sicilya temalı koleksiyonları filan.
Yeni bir " hem 50 yaşındayım, hem çok çılgınım, hem çok zayıfım bir o kadar fashionista bir o kadar da tematik punk'ım " dışavurumlarının acıklı görüntülerinden hiçbir zaman ne tarzını ne kendisini beğenmediğim Sarah Jessica Parker. Çok yorucu olsa gerek bu kadar çaba. Özellikle de fiziksel olarak. Tükeniyordur insan ya, üç çocuk bir koca, dışarı verilmesi gereken fashionista imajı, sürekli ikon olacaksın filan e bir de günün sonunda Madonna da değilsin yani milyonlar seni haykırmıyor. Bayağı çaba gerektiyordur, tükenir gider valla şu kırmızı kadife merdivenleri çıkarken insan. Budur Tematik Punk Met Ball. Balodan ziyade sonrasındaki parti ve kapı köşelerinde sigara tüttüren backstage resimleri çok daha eğlenceli de ben tükendim yazmaktan ve daha Sarah Jessica Parker 'ın daha çıkacak 55 merdiveni var o topuklarla düşmeden. Yoruldum.


Ciddiyete ara, part 2

her yıl olduğu gibi j.a. ile erguvanlar peşine düşüp de soğuk hava neticesinde erguvanları görememek, ismet baba 'da her yılki "kötü mekan" hüsranına uğramak diye yaşarken doğumgünü coşkusunu heyecanını kaybetmemek, 2011-2012-2013'ü düşünmek, "rome wasn't built in a day" veya " rome ne s'est pas faite en un jour" diye düşünmek, mutlu olmak, bugünün dünden kalan olduğunu yarının da bugünden inşaa edildiğini bir kez daha görmek, 8'inden 9'una geçerken saat tam 12'deki fantastik  # 8 hareketleri, şaşkınlık, komiklik, 9'undaki soğuk hava, hiç ama hiç tiril tiril olmayan havaya rağmen reklamdaki "oh beybi" elbisesi, akşam yemeği, papermoon, komik telefon konuşmaları, isveçli 'nin yan masadaki annesi, futbol insanları,virginie&géraldine mutluluğu, telefonu kapan roberto 'nun "roberto'nun selamı var dersin" lafı, güzel yemek, komik yemek, mönüde olmayan ama harikulade yapılan steak tartare, telefonla olaya müdahele edip masada şahane bir "yanar döner mumlu pasta" sürprizi yaratan  e.g. ve  bir o kadar şaşıran # 8,  gecenin en büyük sürprizinin ny'ta bulunan ve beraber doğumgünü çocuğu olan gey kapilim z.'nin kutlama telefonunun petrossian'dan gelmesi ile depreşen petrossian düşü, bir nevi la grande bouffe dünyası, daha bitmeyen kutlamalar, elbiseler, destekler, yemekler derken hayat devam ediyor işte. dün neydi(k) bugün ne oldu(k) derken geçip giden zaman ve bir şekilde bonheur. 

Thursday, May 9, 2013

Ciddiyete ara

Günün anlam ve önemi neticesinde ciddi konulara, yüreğimi sıkıştıran, siyasi otorite ve güç denilen şeylere nefretimin artmasına dair çıkışlarıma, kimilerine göre "atar"lanmalarıma ara vereceğim. Ne de olsa ayrıcalıklı konular, herhangi bir toplum bireyinden yüce insanların pipisinin boyutuna göre rencide olmalar zaten devam ediyor, edecek de. Ben günümü yaşayayım, Get Lucky 'ı çaldırayım, dans edeyim, parmağıma Moet&Chandon yüzüğü takayım, coşayım, sonra yine atarlı halime geri dönerim.

Wednesday, May 8, 2013

"Teşekkürler T.B.M.M."

Ne kadar şanslı vatandaşlarız bizler. Sade bir vatandaş olmanın harikulade olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Yediğimiz önümüzde yemediğimiz arkamızda. Hayat bize güzel ! O yüzden hep böyle çalışmalara, hep böyle mutlu imzalara, hep böyle adaletli ve ileri götüren yasaların onaylanmasına diyelim o halde...

Ne güzel bir sabah bu böyle...Tam da büyük gün öncesi..." Teşekkürler Sipirmen "

***

AK Parti, CHP, MHP ve BDP'nin ortak kanun teklifi, milletvekillerinin hakları genişletiliyor ve tek yasa altında toplanıyor.
4 partiye mensup 12 grup başkanvekilinin imzaladığı yasa teklifi, Meclis Başkanlığı'na sunuldu.
Teklife göre, milletvekillerinin önceden plakasını bildirecekleri bir araçlarına trafikte ceza kesilmeyecek. Ayrıca geçiş üstünlüğü sağlanacak.
— Teklifin yasalaşması halinde, milletvekillerinin protokoldeki yerleri düzenlenecek. Milletvekilleri, illerdeki törenlerde varsa kuvvet komutanlarından yoksa validen sonra yer alacak. Ayrıca törenlerde, emekli vekiller için de yer ayrılacak.
— Teklif ile vefat eden milletvekilleri için Ankara dışında yapılacak cenaze törenleri de valiliklerce organize edilecek.
— Yeni yasanın milletvekillerine getireceği bir başka ayrıcalık da, ömür boyu diplomatik pasaport hakkı olacak. Ayrıca milletvekillerine kimlik kartı yerine rozet verilecek.
— Teklife göre, milletvekilleri kamuya ait sosyal tesislerden, o tesislerin en üst düzey yöneticisinin imkanları dikkate alınarak yararlanacak.
— Teklifle ayrıca milletvekillerinin maaş dışındaki ödenek ve yolluklarının da Başbakanlık Müsteşarı’na denkliği düzenlenecek.
— Bunun yanı sıra, milletvekilleri, eski milletvekilleri ve dışarıdan atanan bakanlara silah taşıma ve bulundurma ruhsatı verilecek.

via ntvmsnbc

***

Tuesday, May 7, 2013

Dream on # 3

dream on # 3 veya dream on stargaze 

yıldızlar ama her tarafın bütün gökyüzünün yıldızlarla kaplı oluşu, yanımdaki fuket ve ellerimizi yıldızlar arasından geçirmemiz. saatlerce, sanki gökyüzünün oyun alanımız olup bizim de yıldızlar arasından, ellerimizi, parmaklarımızı geçirmemiz, onları başımıza taç, boynumuza gerdanlık misali takışımız ve we are shining ve şahane uyanış ve anotherstar hearts fuket

Friday, May 3, 2013

Cuma eğlencesi # 5

Galiba bundan sonra cumalar ve diğer günler eğlenceli geçecek gibi, su yolunu buluyor gibi. " gibi gibi, büklüm büklüm " mü yoksa " supreme " mi ? Bizimkisi supreme olsun, büklümlük fazla arka plan gelir, arka planda doğmamış olana da arka plan olmaz. En azından bu dükkanda. Bunlar cuma heyecanları, cumada kendini bulan, bir cuma günü şekillenen heyecanlar, "aman şimdilik sakin olalım" mutlulukları... O halde en sevdiğimizi yapalım, beautiful people 'a sallayalım, değil mi ama ?

Amerika'da "cool kadın" denilince akla gelen isim kendisi; Jenna Lyons. Kendine has tarzı, kişiliği olan güçlü kadınları seviyorum. Özellikle de çlerini beraber oldukları ( ya da zamanında beraber olduğu için ona kapıyı açmış olan) erkekten almayan veya güç elde ettikten sonra hemcinslerine karşı korkunç davranmayan; aksine onlara yol açan, rehberlik edenlere bayılıyorum. Bir de en çok soğuk ve mesafeli görünlerin delicesine komik, eğlenceli, güleryüzlü ve gerçekten cool çıkmalarına gerçekten tavım. Kadın erkek farketmez ama o ciddi görüntünün altından çıkan "serseri" karaktere hayranım. O yüzden yüzüne yapışmış gülümseme ile dolaşanları, sürekli sempatik sempatik "cici kız" görüntüsü verenleri, "canım"lı konuşanları es geçip suratsız ve mesafeli durup da içten çıkan kahkaha tufanını yaşayanlara gitme taraftarıyım .  whatever . Jenna Lyons hiçbir şekilde giymeyeceğim püsküllü garip bluzünü - muhtemelen the great gatsby galasında caz çağının vurgulamak için- giymiş, nörd gözlüğünü de takmış, ellerini kumaş pantalonunun cebine sokup pozunu vermiş. Güzel de olmuş. Ama sadece onun üzerinde olmuş, muhtemelen de fashion copycat'lerinde asla olmayacak bir şey yapmış. Demek ki tarz sahibi olabilmek, farklılık ortaya koyabilmek böyle bir şey.  

 Aynı gala ve Angelica Houston. Güzel yaşlanmayanlardan Angelica Houston. Filme uygun payetli bir şeyler giymiş, kocaman siyah gözlüğünü de takmış ama bilmiyorum sıradan olmuş işte. Acımasızlıkla da yazamıyorum da çünkü yaşlanmakla ilgili kötü bir şey denmesi haksızlık. Yaşlanmak güzellikle, zarafetle olmuyorsa olmuyor, yapabilecek bir şey yok. Eğer türk şöhretli takımı gibi komik faceliftler, suratlari balona çeviren şişirtmeler doku eklemeler yaptırtıp kendini gülünç hale düşürseydi bilinçli bir hareket, tercih olduğu için satırlarca yazabilir dalga geçerdim ama yaşlanmakla ilgili pek ilgimi çekmiyor. Neticede herkesin başına geliyor. Kimisi güzel yaşlanmıyor, olmuyor, bu kadar basit. Diyecek başka şey yok; keşke elbisesi daha ona göre olsaydı, isminin parlaklığına yakışsaydı...


Kim bilmiyorum ama "uzun ince güzel bacaklı kızlar hep mini giysin, daracık elbiseler giysin" düşüncemi doğrulayan biri. Manken herhalde. Çanta manasızca büyük de geri kalan her şey o vücutta olmuş, bordomsu ayakkabılarla farklılık bile yaratmış. Daha ne?
Florence Welsh, The Great Gatsby 'nin partisinde. Üzerindeki takım Prada, partinin sahibi de Prada zaten. Gayet güzel. Şapka hariç. Şapka hadisesini çok sevmekle beraber açıkcası herkesin şapka takması, sadece moda olduğu için şapka takılması ile sorunum var. Hele hele takılan şapka Giovanni Guareschi 'nin yarattığı Po Ovası 'nın deli rahibi muhteşem karakter Don Camillo 'nun taktılarına yani Capello Romano tarzına benziyorsa...Epey gereksiz bir boyut. Ben kafamda borsalino ile çıktığımda bile nereye koyacağımı bilemiyorum, darlanıyorum; bunlar bu kadar büyüğü nereye koyuyor ne yapıyor anlamıyorum. Ama herhalde people'i vardır, o hallediyordur bir şekilde yoksa mümkün değil o kadar kalabalık partide sıcaklıkta onu taşıyabilmek.


 Filmin başrolündeki ingiliz genç kuşak oyuncu. Adını ezberleyemiyorum ayrıca tipinin çok da silik olduğunu düşünüyorum. Ama elbisesi güzel. Ama onda güzel olmamış. Ama Lanvin ve başkasında çok güzel olabilecek bir elbise. Bir de gözükmeyen bir Tiffany bir şeyler takmış ama göremiyorum ben, haliyle çok da ilgilenmiyorum. Sıkıcı işte.
 Kravat-papyon-boyun bağı gibi bir şeyi rüzgara bırakmış olan Anja Rubik ve birisi. Çocuğun smokinindeki kuşak güzel. Kız da güzel ama işte uzun sarı saçları ile sıradan. Üzerindeki anlamsız dar ve garip kıyafet ile iyice sıradan. Smokin asıl güzel bir şey erkeğe çok yakışan bir şey de işte herkeslik değil. Olmasın da zaten.
 Bir başka manken olmamışlığı. Güzel insanların giyinememe ve ondan öte çok harika giyindiklerini düşünmeleri gibi bir sorun var o da herhalde güzel olup her şeyin yakıştığını düşünmelerinden geçiyor. Of yani işte sıkıcı ve daha da sıkıcı.
 Hoh! Bir de Zaha Hadid gibi olanlar var ki insanı çoğu zaman yorumsuz bırakıyor. Yine bu kendisinin geçer gider kıyafetlerinden ama kimi zaman öyle şeylerle çıkıyor ki ortalığa herhalde aynı yüksek egoya sahip bir Bülent Ersoy vardır bu dünyada. Yoksa kimse imkan ihtimal sokaklara öyle çıkamaz. Bugün yine mütevazı kalmış. Victoria's Secret melek kanatlarını geçiyorum gerçekten.

 Manken, hippi, hippi, manken; Erin Watson. Bir de uçuk fiyatlara sattığı takıları mevcut. Of bilmiyorum aslında bir şekilde güzel de fazla çaba harcanmış geliyor o yüzden herhalde uzakta duruyorum. Şapkayı zaten anladık, Capello Romano tarzı gidiyoruz katolik kilisesinin izinden. Ama saçları güzel kendisinin.



 Balmain elbiseleri, Hollywood ve ünlü kızlar. Hepsi ünlü, hepsi şöhretli, hepsi Balmain imzalı. Şaşırtıcı şekilde en güzel olan kıyafeti en güzel taşıyan ama içlerinde manken olmayan ortadaki Nicole Ritchie. Elbise de güzel, kendisi de güzel. Nasıl olduysa.


Beyaz elbise sevdiğim için koydum. Maggie Gylenhall. Pixie saç sevmiyorum, fazla kısa geliyor. Kendisinde güzel oluyor ama bilmem, iştah arttıcı değil. Garip bir ifade ama öyle. Ancak elbise bayağı güzel. Prada gecesinde haliyle herkes Prada.
 Hiç beğenmediğim ve ne yaptığı anlaşılmayan ünlü kızlardan ingiliz Alexa Chung'ı ilk defa beğeni içerisinde koyuyorum. Saçları güzel, Miu Miu elbise içinde epey güzel. Elbiseye veriyorum bu cazibeyi çünkü normal şartlarda ne verirsen onu giyen bir insan kendisi. Bu sefer Miu Miu güzel olmuş, elbise askılığı tarzından çıkmış sanki yakışmış. Yine Prada gecesi yine Prada elbise. Miu Miu=Prada. Prada haute gamme denilen Miu Miu ise biraz daha ucuzu, alınması nisbeten mümkün olanı. 
 Birbirlerine uyumlu giyinen çiftlerden nefret ediyorum. Feci sıkıcı geliyorlar. Aynen aşağıdakiler gibi. "ne kadar güzeliz. ben kamuflaj tişört giydim kırmızı rujumu sürdüm erkeğim de haki parka vari ceketi ile yanımda uyum sağladı". Off....
 Tanıyıp etmediğim ama çok güzel bulduğum bir kız ile bitiriyorum. Elbise inanılmaz sade ve o kadar güzel. Kırmızı ojeleri daha da güzel. Kırmızı ruju taşıyabilmesi gülüşü, saçları ile oynuyor oluşu filan tamamdır. Yalan değil bazı insanlar cidden parlıyor, içlerinde var böyle bir şey. O halde "her daim parlayanlara ve parlamanın şerefine" der cumayı bitirir giderim.
p.s. ne yazık ki bazıları ise hiç parlamayacak. ve buna yapacak bir şey yok. 


Devam

Bir şekilde hayat devam ediyor. Öyle veya böyle. Kışın ardından bahar, baharın ardından kış geliyor. İyi ki de böyle oluyor yoksa çekilecek gibi değil. Devam etmek, mutlu olmak, güzel yaşayabilmek için bir şeyler bulmak lazım. "lazım" ? Aslında "lazım" filan değil tamamen kişisel bir tercih mutlu olmayı seçmek, bardağın dolu tarafını görebilmek, her şeye rağmen hayata umutla bakmak. Seçenler benden olsun, yanımda olsun. Seçmeyenler de uzakta, kendi tercihlerinde mutsuzluğun tercihinde yaşasınlar.

whatever .

sokaklarda ve zihniyetlerde ve vücutlarda yaşanan 1 mayıs kabusu, başka bir dünyanın gösterişi, maç heyecanı, üzüntüsü, bitmek tükenmeyen gs mesajları, cuma güzelliği, z.ç. buluşması, sanki aynı şeyleri düşünüp konuşabilmenin keyfi, uzak/yakın hangisi veya yeni uzak/yeni yakın, yeni ve "tam senlik" denilen düşünceler, başkalarınca düşünülmesinin mutluluğu, gerçekliği ve bir kez asla  daha aşağıya çekilmeye izin vermeme kararının doğruluğu. 

p.s. ilişkiler ne ilginç değil mi? sözde en yakın sanılanlar bazen en aşağıya, en dibe, en kötüye çekenler olurken, en yeni en uzak olarak kabul edilenler ise gerçekten mutluluğu temenni eden, yapılanlarla gurur duyan olabiliyor. ilginç işte. ve bu durumun sevgi ile hiçbir ilgisi yok. sevmek kolay bir şey, sevginin telaffuzu daha da kolay. oysa gerçekten sevmek, onun mutluluğunu, başarısını, güzelliğini, hafifliğini, huzurunu, tasasızlığını yürekten paylaşabilmek ise bambaşka bir şey. ve ne yazık ki kuru sevgi bunu sağlayan bir şey değil. yoksa herkes herkesi seviyor değil mi? non merci, ben almayayım.


Wednesday, May 1, 2013

Mayıs, hem de 1 Mayıs

Yabancı tumblr sayfalarına kimi zaman çok özeniyorum. Hiç kaygı tasa taşımadan dertsiz sayfalarına resimler koyuyorlar, her ayın gelişini kutluyorlar; kaligrafik  "may", "mai" gibi yazılarla. Mayısın gelişi bu sayfa için haliyle mutluluk verici de yine de her 1 mayıs olduğu gibi yine utanç duyulan, insanda, kendi halkından olsa da karşısındakini ezmek için her şeyi istek ve hırsla yapan kolluk güçlerine nefret duygularını arttıran, devlet ve onun oluşturduğu sistem denilen şeye inançsızlığa daha çok inandıran, kendilerini ülke hatta dünyayı yönettiği sananların hiç rahatsızlık duymadan yalan söyleyebildikleri bir gün bugün. Ama işte hayat böyle bir şey çünkü bazı insanlar (ki bu insanlar azınlık değil ne yazık ki) hayatta gerçekten utanmazdırlar, gerçekten yalancıdırlar, gerçekten çok kötü eylemlere imza atıp bunun tersini insanların gözünün içine bakarak söylüyorlardır ve gerçekten kötüdürler. Hem de düşünemediğin kadar kötüdürler.

İşte bu yüzden burada, bu topraklarda, bu sınırlar içerisinde güne güzel başlamak kişisel bir başarı.  Hem de büyük bir çaba gerektiren bir başarı. Keşke sadece yılda bir gün olsa ama gel gör ki o kadar şanslı bir millet değiliz...

kafası patlatılan lise son öğrencisi hastaneye götürülmeden önce yerde. gerçekten çok güzel bir görüntü ve tabii bakanın dediği gibi " 1 mayıs konusunda onlara teşekkür etmeliyiz".  

.

Forever "motto"

Çarpıcı ve kaale alınacak olan ilk cümle. Gerisi zaten gelir, gelmesi iyi de olur, doğru da olur ama asıl önemlisi ilk cümle; manners matter. " Manners " denilen şey çok önemli aslında. Türkçesi herhalde adap, terbiye oluyor en yakın ifadesiyle. Şu da bir gerçek ki artık yani büyüdükçe, yaş ilerledikçe, tercihler daha şahane şekilde kendini gösterirken yaşanılan hayatta adap bilmeyen, yol yordam bilmeyen hiç ama hiç çekilmiyor. Ne özel hayatta, ne de iş hayatında. Hele özel hayatta, kişi için önemli ve kısıtlı olan zaman diliminde sosyal çevredeki görgüsüz, adap, yol yordam bilmeyen, sevimsiz şımarıklık eden, kaba saba, özensiz olmayı güçlü olmakla karıştıran insanlarla beraber olmak kişiyi cidden sıkan ve tahammülünü zorlayan, yeri geldiğinde o kişinin yerine utandıran bir hadise. Gerçekten de oluyor o başkası adına utanma hali. Karşımdakinin görgüsüzlüğünde, ağzından tükürükler saçan hırslı halinde kendini unuttuğunda ben onun yerine utanıyorum, nereye bakacağımı bilemiyorum. Allah'tan fazla sürmüyor, zaman ilerledikçe insanoğlu da ilerliyor. Kalanlar da Stockholm Sendromu 'nunda mutlu mesut yaşıyorlar.

Bir de iş hayatındakiler var ki ...Onlar tabii çok daha vahim, çok daha korkunç olanları. Hazımsızlık başka  şey; doğduğun günden geliştiğin günlerin de üstüne ne kadar ne kadar mevkii makam, para, araba, mücevher, kürk eklesen de değişmiyor bazı değerler, değersizlikler, eşeklikler, görgüsüzlükler baki kalıyor. Kalır da zaten. Neden kalmasın ki? Kalmadığını görmemiş ki.

Günlerdir bazı pazarlama okumuş tiplerin çok inandığı sosyal medyada, herkes müdür/yönetici olduğu iş dünyasında "yönetici" makamındaki kişinin şirket içi attığı ve altında çalışanlara "siz varoş işçilerin işçi bayramını kutlarım" mesajinı konuşuyor. İsmi Çiğdem Özkan'mış, yöneticiymiş, kocası da alemin kral rockçılarındanmış, kendisi de bir o kadar çılgın, bir o kadar "umrumda değil, kimin ne düşündüğü" 15 yaş ergen tavrındaymış, bu haliyle de epey gülünç durumdaymış. Neticede kendisi sosyal medyada çalışanlardan, onun gücünü de tehlikesini de bilenlerden. Ancak kim bilir, belki de çoktan rafa kaldırılmış 15 dakikalık şöhret hırsı ile kendi dünyasında 15 dakikalık mutluluğu, şöhret sarhoşluğunu tatmış durumdadır. Ne güzel! Ne kadar mutlu bir yaşam tarzı bu  (elbette kıskanıyorum kendisini) ! Ne var ki ne olursa olsun, şu üslup, şu ifade ile ben gündeme otursaydım-sadece 2 saatliğine olsa bile ki biliyoruz bir tweet'in etkisi 45 dakika- herhalde epey bir sarsılırdım. Ama doğru, manners, adap, edep, görgü, üslup başka şey. Sosyal medyada sarsılmak da, bilginin doğru/yanlış ama bir o kadar da hızlı akması da başka şey.

***
Veya güç sahibi olup da tam bir özgüven eksikliği ile şekillenen otoritesini beraber çalıştıklarına hissettirmek de böyle şey olsa gerek.



***

Biliyorum, biliyorum, çok buraların üslubu, tarzı değil, dükkanın havası değişti ama arada bir bunlar da oluyor, yaşanıyor, yazılmak durumunda kalınıyor. whatever. Geçer gider. Kalıcı olmaz bizde.

Of asıl bombayı atladım...Gazetede hanımefendinin yaptıklarını, yazdıklarını okudukça kendisini merak edip de araştırdığımda bileğinde beyaz saatli kızlardan olduğunu gördüm ve sağolsun beyaz saat üzerinden ifade etmeye çalıştığım kız tipinin hırslı ve Dunning-Kruger sendromlu olanı ile tanışmış oldum, zaten ifade etmeye çalıştığımı göstermiş de oldu, tam oldu. Ama kafi geldi. Bitsin gitsin artık bu yazı .