Friday, December 31, 2010
Biterken
Yıl biterken mutlaka yazmak lazım değil mi ? Bilmiyorum ama bu "yılbaşı eğlencesi baskısı ve muhakemesi" beni fazlasıyla yoruyor geriyor üzerimde baskı yapıyor ve her şeyin aksini yapmama sebebiyet veriyor.
Biterken ve giderken iyi ve huzurluysa her şey daha fazlasına gerek yok sanki; bu böyle devam edermiş gibi gözüküyor. Zaten bitmişken ve gitmişken ise yarı yoldan dönüşlere sebebiyet vermemek belki de en doğrusu-bence-. Ha bir de bol bol şampanya ve single malt içmek, bol bol müzik dinlemek, deliler gibi müzik dinleyerek coşmak ve tabii dostların, özel ve ayrı şekilde sevilenlerin kıymetini bilmek, bu kıymeti de ara ara göstermek, beraber keyifli vakit geçirmek lazım hayatta.
Monday, December 27, 2010
Never on sunday # 9 1/2
out of champagne. evde kadar veuve-clicquot, laurent perrier, henkel varsa hepsi bitti. bitsin hiç sorun değil de bir tek veuve-clicquot'da tereddüt ettim, onu yerine bir başkasının içilmesini tercih ederdim. kendimce garip bir nedenim vardı, o anda da anlatamadım ve açıldı gitti. dediğim gibi hiç sorun değil, her şey bitirilsin içilsin sadece ona dair bir şeydi; yoksa iyi ki içildi. whatever. dün açılan şampanyaları, bitip giden votkaları dizseydik herhalde görüntü benzer olabilirdi. içimden gelen keyifli yaşanmasını temenni ettiğim gecenin belki de asıl resmi budur, bizlerde bıraktığı daimi "şampanya" dokunuşlu mutluluktur.
Sunday, December 26, 2010
Never on sunday # 9
çok içimden gelerek toplamayı düşünmüştüm herkesi, yılbaşı öncesi, "bitsin gitsin bu yıl" diye, iyi ki de yapmışım, iyi ki de herkes gelmiş, iyi ki de kimse caymamış, iyi ki de hepimiz berabermişsiz.
"yemek yetecek mi o kadar insana ?" sorularına "yemek yok ki peynir şarküteri içki var, yetmezse de dışardan bir şeyler söyleriz" cevapları, hazırlık, kadim dostum sekvotka'nın telefonda konuşmamızdan sonra boynunda kendisine pek bir yakışan "kravat ile" gelmesi, tam kadro fantastik 4'lü, julius sezar t., çirkin ama karizmatik erkek b., sevdiğimiz insan kool şahsiyet k., karla kaplı londra'dan nihayet dönen gey kapılım z., yeni sinemacılardan i.b., susmak bilmeyen sesi ile dağları inleten t. ve tabii pornstar v. ile leopard lover g. ile cidden güzel bir gece, keyifli bir gece, mutlu gece deyip kırılan kristal bardakları, herkese yeten herkesi doyuran peynir çeşitlerini, pastırmaları, domuz salamlarını, içkileri, haribo'ları, lindt çikolataları, foi gras'ları, böğürülerek yapılan konuşmaları saymıyorum. sonucu güzel ve keyifli olan bir olayda ufak teferruatların gereği yok.
p.s. sekvotka'nın deyimiyle üzerimdeki "şahika" kazağım ile 50'lı yılların pin-up kızları gibiydim (sütyenden sebepli, benden değil).
p.s. (2) bir aydır "küs" olduğumuz eski sevgilim b. ile barıştık. yüzyüze. vino bardağı getirmiş bana. hani şu şarabı en çok içmeyi sevdiklerimden, küçük olanlardan. bir de o kadar komiktik ki... mahallede hep beraber oynayan ama ara sıra küsen 2 gerizekalı çocuk gibiyiz .
p.s. (3) "lelelele" nedir diye merak ediyorum ki gördüm yakından. t. sağolsun böğürerek hem söyeyip hem oynadığı için biz de yandaki "diğer taraf"a yolcu hasta kadın da duydu, öğrendi.
p.s. (4) muhtemelen ev sahibi olmanin getirdiği ile epey az içip epey az yesem de ertesi günkü "reflü ve safra çıkartmaları"na engel olamadım. sabah 8 den öğlene kadar her saat başı safra. belki bir şey yiyip içmediğim için çok acı çekmedim ama yine de kusmanın kendisin ve safranın verdiği acı yetiyordu. bir de üzerine 6 saatlik elektrik kesintisi ile eklenince sadece yatmakla geçen bir pazar oldu. whatever. dün gece güzeldi, fantastik derecede hem de o yüzden sorun yok.
Friday, December 24, 2010
Cuma şarkısı
Yine bu sabah da şarkıyla uyandım, Morrisey ile. Kadim dostum Sekvotka'nın adamıdır hatta İsveçli M. ile eski sevgilim B. Londra'da yüreğimi tüketmişlerdi. Ben bayılmam derdim düşünürdüm ma demek ki içten içe bayılıyormuşum ki rüyalarıma giren insanmış Morrisey.
Bugünün şarkısı hatta yarın akşamki yemeğin şarkısı olsun. Hayır, "yemek yapmayacağım" demiştim, sadece atıştırmalık olacak. Baştan basit bir gece demiştim.
- let me kiss you-
there’s a place in the sun, for anyone who has the will to chase one
and I think I've found mine, yes, I do believe I have found mine, so
close your eyes, and think of someone, you physically admire
and let me kiss you, let me kiss you
I've zig-zagged all over america, and I cannot find a safety haven
say, would you let me cry, on your shoulder
I've heard that you’ll will try anything twice
close your eyes, and think of someone, you physically admire,
and let me kiss you, let me kiss you
but then you open your eyes, and you see someone, that you physically despise
but my heart is open
my heart is open to you
P.S. şu da bomba değil midir ilişkilerde. birisi physically "admire" dır diğeri ise "despise". ya da eskiden admire olan bugün despise'dır ve insanın midesi bulanır değil mi? kabus. ama hayat işte.
Tuesday, December 21, 2010
Sunday, December 19, 2010
Dream on # 7
Friday, December 17, 2010
Akif Beki'nin "sosyolojik" çıkartması
Günün haberi değil ama benim gündemime yeni geliyor kendisi. Akif Beki 14 aralık tarihli Radikal'de çıkan "cosby ailesi'nde bir akşam oturması" isimli yazısında sosyolojik gözlemlere girişmiş, birbirinden çok farklı etnik gruplar arasında çeşitli karşılaştırmalar yapmış ve muhtemelen de son noktasını bastığında "müthiş" gözlemler yaptığını düşünerek yazısını tamamlamış. Oysa, yazısının dilini vs geçiyorum ancak en azından sosyolog olarak diyebilirim ki yaptığı gözlemler hem sığ hem de doğru değil.
Öncelikle "zenci" aile zengin bir semtte oturmuyor. Yani dizi NY'ta geçtiğinden oturdukları semt Manhattan değil, Brooklyn (hatta brooklyn heights). Mesela Akif Beki, 70lerin ünlü "zenci" dizisi The Jeffersons'ta bahsetseydi dediği doğru olabilirdi çünkü o dizide aile Queens 'ten (ki queens hele hele 70lerdeki brooklyn'den de kat be kat feci bir mahalle-borough- oluyor) Manhattan'a lüks bir daire taşınıyor. Oysa Cosby Ailesi fertlerinin hayatları bir şekilde "amerikan toplumuna bir aidiyet duygusu geliştirme amaçlı" derslerle doludur; uyuşturucudan uzak durmak, okulu bırakmamak, genç yaşta hamile kalıp hayatını harcamamak gibi. Bir başka deyişle yüzyıllardır amerikalı zencilerin üzerilerine yapışmış etiketlerden veya daha sosyolojik bir ifade ile "stigmat"lardan kurtulmasını sağlamak amaçlı, senaryoda "konulu" olarak verilen derslerdir.
Ailenin salonunda mutlaka afro-amerikan sanatçıların resimleri, tabloları durur, ara ara caz müziğine ve müzisyenlerine atıfta bulunulur, Stevie Wonder sahneye çıkar ve baskın w.a.s.p kültürlü amerikan toplumunun "Reagan" sonrası ghetto'larda, project'lerde televizyon karşısında büyüyen afro amerikan gençliğe kendi geçmişini öğrenmesini, ona saygı duymasını, ve bu toplumda uyuşturucu satıcılığı veya lisede hamile kalıp tezgahtarlık yapmak dışında da "doktor veya avukat olabilmek" gibi bir geleceği olabileceğini göstermeye çalışır. Eleştirilecek çok yeri de olsa yine de bu dizi amerikan toplumundaki zenci cemaatin bir dönem yaşayışını etkilemiştir. Ve Akif Beki'nin yapmış olduğu gözlem sayılamayacak şekildeki karşılaştırılmalarının aksine türk televizyonlarındaki dizilerle hiçbir ilgisi yoktur. Ne toplum dinamikleri aynıdır, ne de televizyon kültürleri ne de endüstriyel ve kültürel geçmişleri. Kısacası Akif Beki oldukça sığ bilgilerle oldukça derin bir konuya girmiş. Çıkmış da tabii yazısında gazetesinde de (genel yayın yönetmeni de dahil olmak üzere kimse bu konularda pek bir bilgili olmadığı için) kimse bir şey diyemeyeceği için zaten basılmış ama biz bu işi bilenler için boşa yazılmış yazılardan biri daha olmaktan ileriye gidememiş. Ha bir de biz okurken "off nasıl bir cehalettir bu" diye de hissettirmesini geçiyorum.
*
Uzun zamandır ciddi bir şey yazmıyordum blogda. Bu sefer bu cehalet karşısında içimden geldi tutamadım kendimi. Hem sosyoloji demiş, hem zenci kültürü, hem alt kültür demiş ama keşke demeseymiş. Ama paylaşımcı bir insan olarak birkaç referans vereceğim kendisine. Bir sonraki sosyolojik çıkartmasında yardımcı olur.
- school of chicago sosyologları.
- stigmate kavramı, e. goffman'nın çalışmaları
- hip hop tarihi (zaten ny'tan başladığı için queens, bronx, brooklyn tarihi iyice görülebilir)
- public enemy- don't believe the hype
- spike lee filmleri. özellikle de do the right thing, crooklyn,
- r. reagan'nın fakirlere yönelik-ki bu çoğunlukla zenci cemaati etkiliyordu- politikaları
- project/ghetto olgusu
Tekrardan fani ve eğlenceli hayatımıza geri dönebiliriz artık.
Öncelikle "zenci" aile zengin bir semtte oturmuyor. Yani dizi NY'ta geçtiğinden oturdukları semt Manhattan değil, Brooklyn (hatta brooklyn heights). Mesela Akif Beki, 70lerin ünlü "zenci" dizisi The Jeffersons'ta bahsetseydi dediği doğru olabilirdi çünkü o dizide aile Queens 'ten (ki queens hele hele 70lerdeki brooklyn'den de kat be kat feci bir mahalle-borough- oluyor) Manhattan'a lüks bir daire taşınıyor. Oysa Cosby Ailesi fertlerinin hayatları bir şekilde "amerikan toplumuna bir aidiyet duygusu geliştirme amaçlı" derslerle doludur; uyuşturucudan uzak durmak, okulu bırakmamak, genç yaşta hamile kalıp hayatını harcamamak gibi. Bir başka deyişle yüzyıllardır amerikalı zencilerin üzerilerine yapışmış etiketlerden veya daha sosyolojik bir ifade ile "stigmat"lardan kurtulmasını sağlamak amaçlı, senaryoda "konulu" olarak verilen derslerdir.
Ailenin salonunda mutlaka afro-amerikan sanatçıların resimleri, tabloları durur, ara ara caz müziğine ve müzisyenlerine atıfta bulunulur, Stevie Wonder sahneye çıkar ve baskın w.a.s.p kültürlü amerikan toplumunun "Reagan" sonrası ghetto'larda, project'lerde televizyon karşısında büyüyen afro amerikan gençliğe kendi geçmişini öğrenmesini, ona saygı duymasını, ve bu toplumda uyuşturucu satıcılığı veya lisede hamile kalıp tezgahtarlık yapmak dışında da "doktor veya avukat olabilmek" gibi bir geleceği olabileceğini göstermeye çalışır. Eleştirilecek çok yeri de olsa yine de bu dizi amerikan toplumundaki zenci cemaatin bir dönem yaşayışını etkilemiştir. Ve Akif Beki'nin yapmış olduğu gözlem sayılamayacak şekildeki karşılaştırılmalarının aksine türk televizyonlarındaki dizilerle hiçbir ilgisi yoktur. Ne toplum dinamikleri aynıdır, ne de televizyon kültürleri ne de endüstriyel ve kültürel geçmişleri. Kısacası Akif Beki oldukça sığ bilgilerle oldukça derin bir konuya girmiş. Çıkmış da tabii yazısında gazetesinde de (genel yayın yönetmeni de dahil olmak üzere kimse bu konularda pek bir bilgili olmadığı için) kimse bir şey diyemeyeceği için zaten basılmış ama biz bu işi bilenler için boşa yazılmış yazılardan biri daha olmaktan ileriye gidememiş. Ha bir de biz okurken "off nasıl bir cehalettir bu" diye de hissettirmesini geçiyorum.
*
Uzun zamandır ciddi bir şey yazmıyordum blogda. Bu sefer bu cehalet karşısında içimden geldi tutamadım kendimi. Hem sosyoloji demiş, hem zenci kültürü, hem alt kültür demiş ama keşke demeseymiş. Ama paylaşımcı bir insan olarak birkaç referans vereceğim kendisine. Bir sonraki sosyolojik çıkartmasında yardımcı olur.
- school of chicago sosyologları.
- stigmate kavramı, e. goffman'nın çalışmaları
- hip hop tarihi (zaten ny'tan başladığı için queens, bronx, brooklyn tarihi iyice görülebilir)
- public enemy- don't believe the hype
- spike lee filmleri. özellikle de do the right thing, crooklyn,
- r. reagan'nın fakirlere yönelik-ki bu çoğunlukla zenci cemaati etkiliyordu- politikaları
- project/ghetto olgusu
Tekrardan fani ve eğlenceli hayatımıza geri dönebiliriz artık.
Sunday, December 12, 2010
"never on sunday sorusu"
Thursday, December 9, 2010
Faniler dünyasında bir güzel haber daha!
Kanserliler kervanına katılmış. Ms. Aretha Franklin. Hem de pankreas kanseri. Bugün zaten kendim dahil olmak üzere herkes ve her şeyden sıkıldığım bir gündü ki bu haber daha da bir güzelleştirdi şahane günümü. Bayıldığım şarkılarından. Bu kayıt 1968 ama asıl kayıt 1967 Atlantic Records imzalı.
Wednesday, December 8, 2010
Hediye alan hediye veren hediye vermeyen
Bayılıyorum viski ve tütün karışımının kokusuna. Tek değilmişim ki böyle kokular yapılıyor, karşı cinsi cezbedici kokular haline getiriliyormuş. Belki de daha doğru bir ifade kızlara cezbedici denilmeli. Ne de olsa biz koklamaktan zevk alıyoruz. En azından ben viski ve tütün kokusuna tav olanlara. Gucci eau de parfum pour homme var ki tav olmaktan öte olabiliyorum. Bir de şimdi bunlar. Hediye versem bunlardan diye düşünsem de Türkiye'de satılmıyor, yine bir yerlerden sipariş etmek gerekiyor ki her zamanki gibi üşenebiliyorum. Ayrıca Anais Nin 'nin dediği gibi "he does not need opium. he has the gift of reverie". Tüm hediyeler bize, biz kızlara...
Yalan ve dalaverenin fendi şimdilik rahat nefes aldı!
Ve nihayet devletler, devlet adamları, politikacılar bir nebze olsun rahat nefes aldı, Julian Assange İngiltere'de tutuklandı. Sanıyorlar ki bu tutuklama ile her şey bitti, her şey engellenebilecek, her şey ama her şey (tüm saklamaası gereken bilgiler) yeniden kontrolleri altına geçecek. Oysa devrim internet üzerinden bir kere gerçekleşti. Herkes her şeyi en azından bir kez gördü, okudu. Adamı tutuklasan ne değişir ki devrimin adresi internet artık.
Sunday, December 5, 2010
Motto # 9
ernest hemingway- "always do sober what you said you'd do drunk. that will teach you to keep your mouth shut".
- "about morals, I know only that what is moral is what you feel good after and what is immoral is what you feel bad after".
- "about morals, I know only that what is moral is what you feel good after and what is immoral is what you feel bad after".
Never on sunday # 8
ılık havadan rüzgarlı soğuk yağışlı havaya geçiş, cuma gecesinin beklenmedik eve uğramadan komik ve eğlenceli cıkışı, msgsü birası, zanzibar yemeği, sonraki gecenin a. ailesi olarak cavit'teki "sakin" yemeği, iki geceye de yayılan komik dedikodular, eğlenceli hikayeler derken pazar günü okuması, çalışması, kitap sunumu hazırlaması (salı gününe yetişecek kitabı okuyup bitirdim mi? elbette hayır. peki heyecanlı var mı? ona da hayır. dedikleri gibi "tembel öğrenci her zaman tembeldir"), garip bir sessizlik , dinginlik, rahatlık hali ve kar özlemi, kar soğuğu özlemi, şu anda karlar altındaki londra özlemi ve "böylesine bir sabaha albion'da bir kahvaltı yakışırdı" dileği ile never on sunday ... ama daha bitmedi. london calling-us-forever-
p.s. peki gitsem de resimdeki croissant'ları, pan cake'leri yiyebiliyor muyum?no! çavdar/mısır/karabuğday olmadığı sürece hayır. ama olsun, görüntüsü bile insanı mutlu edebiliyor.
Friday, December 3, 2010
Thursday, December 2, 2010
Sabahın duygu karışıklığı
Kötü uyanmadım. Uyanmakta zorlandım ama kötü uyanmadım. Aksine gayet keyifli ve hatta mırıldanarak. I'll Rise. Sanıyorum '93 tarihli ilk albümünün en son şarkısıydı. Nedense çarpılmıştım ilk duyduğumda, hatta çektiğim efsane kasetlerin en sonuna sakladığım gizli ama bomba şarkılardandı. Konserinde ise alışageldiği üzere en son şarkı olarak çalmış, biz de mutlu mesut ayrılmıştık Açıkhava'dan (e.k. vardı yanımda). Ben Harper hayranı değilim hele bugün rock filan zaten dinlemem ama o ilk albümü ve de I'll Rise'ı hep ayrı tutarım. Sözleri çarpıcıdır, gerçektir, herkesin hayatında mutlaka bir başkası ile sorguladığı şeylerdir.
does my happiness upset you
why are you best with gloom
cause i laugh like i've got an oil well
pumpin' in my living room
veya now did you want to see me broken
bowed head and lowered eyes
shoulders fallen down like tear drops
weakened by my soulful cries
does my confidence upset you
don't you take it awful hard
Kendi kendine kalkmanın, dik durmanın şarkısıdır. Ha, yarattığı duygu karışıklığı ise sabah okuduğum Kemal Türkler'in davasının 30 yıl sonra düşmesi haberi ve kızının sözleri. "bugün bu ülkeden nefret ettim ve burada doğduğum için üzülüyorum". Ne kadar doğru ne kadar acı! Kim suçlayabilir ki? Belki de yapabileceği tek şey zaten 19 yaşından beri yaptığı gibi hiçbir zaman başını eğmemek, dik durabilmek, gözlerini çevirmeden bakabilmek. Utanması gerekenin o değil de kimler olduğunu bütün ülke biliyor. O yüzden I'll Rise. Bu kadar vahim bir örneğin dışında da herkes için I'll Rise. Çünkü mutlaka herkesin mutluluğunu, güvenini, varlığını, başarısını istemeyen, kıskanan vardır, schadenfreude hep olacak, işte o yüzden inatla tebessümle I'll Rise.
Tuesday, November 30, 2010
Sabah # 2
Lodosun 2 gündür çarptığı, delirttiği martıların çatıdaki kavgaları, uyutmayan hatta bir ara çatı yıkılıp da martılar apartmanın içerisine girecekmişcesine büyüyen kavgaları, kesilen elektrik ve hiçbir şekilde susmayan uyutmayan neredeyse gecenin sessiziliğini özleten martılar ve sabah. Hafiften geç kalma ile sabah. Blue Bottle Coffee diye bir yer varmış önce San Fransisco'da sonra da Brooklyn'de açılmış, mükemmel kahveler yapıyormış. Sabah arzum budur, ışınlanıp muhteşem kahvelerinden içip buğdaysız bir şeylerinden yemek. Arzu demişken, şu aralar gözlerimi kapadığımda düşünüp de arzuladığım şeylere arzumu kaybettiğimi fark ettim. Geri gelir diye düşünüyorum. Umuyorum. Ne de olsa gencim daha, önümde uzun yıllar var.
Monday, November 29, 2010
Poor little "real madrid"
"El clasico" dediler, dağlara taşlara "el clasico" yazdılar, "Real Madrid" mi "Barcelona"mı iddaalarına girdiler. Sonuç "forever Barcelona". Futbolu, şehri, yemekleri, insanları, yaşam biçimi ile her daim her zaman Barcelona. 5-0. Uzun zamandan beri (6-0'dan beri) futbolla ilgili bu kadar gülmemiştim, bugün Barcelona sayesinde pek beğendiğim Casillas' a rağmen Real Madrid'e yayılarak güldüm. Real Madrid ya. I heart Eric Castel.ve I don't heart Real Madrid - Casillas hariç- sevimsizler kralı Raul & Ramos ve tabii hıyarlıkta efsane olmuş Hierro dahil olmak üzere.
Sunday, November 28, 2010
2 kıta, 3 kara parçası ve 2 farklı iklim
this is dublin! Ya aynen öyle. Bizde hava sıcak Avrupa kıtası ise karlara teslim olmuş durumda. İrlanda'ya ilk kar, hem de yoğun şekilde düşmüş. Güneşli bahar gibi yağmursuz havaya her daim tav olsam da kar tutkunu bir insanım. Seviyorum kar soğuğunu, havasını, temizliğini. Dublin'de olsam şu günlerde (şirin sever'in çok sıradan bulduğu şehir olan dublin'de) kesin kitap okur, kulağımda ipod ile karların üzerinden kayar, sonra da soğuktan kırmızı olmuş burnumu soktuğum pub'da gider jameson'ımı içerim.
Lokantanın hayaletleri
Şehrin belki en güzel en müthiş en şık en en en lokantası değildi olma arzusu da iddaası da yoktu ama yine şehrin en farklı en güzel en kendine özgü en şahsiyetli lokantasıydı. Lezzetliydi, ucuzdu, keyifliydi, bambaşkaydı. Yangın çıktı bugün bu lokantanın içinde bulunduğu garda. Haydarpaşa Gar Lokantası. Zaten otel yaptırma hadisesi içerisinde yok olacaktı, şehrin haritasından silinecekti. Muhtemelen de bu yangın sonrası daha da çabuklaştırırlar bu durumu. Ne de olsa geçmişe ve tarihe saygıyı sadece camiilere, eski halılara, el yazması kutsal kitaplara hayranlık sananlarca varlığı rahatsız edici olduğu kadar para getirisi olmadığı için "yeniliklere, "atılımlara" , "yatırımlara" vesile olur. Fena mı?
Keşke yangın bahsedeceğime basit ve bir o kadar fani never on sunday yazıları yazabilseydim bugün ... Yangın görmek kadar da korkutucu bir şey yok herhalde.
Keşke yangın bahsedeceğime basit ve bir o kadar fani never on sunday yazıları yazabilseydim bugün ... Yangın görmek kadar da korkutucu bir şey yok herhalde.
gece # 13
yeni yaşam düzenime göre bira içebiliyor muyum çok emin değilim ama dün gece keyifle içtiğimi biliyorum. açılış, sergi, istiklal, sıcak, 4 kat, hafif çiseleyen yağmur, kürk ceket, saten pantalon altına adidas, kırmızı ruj, kadim dostum sekvotka, bir ara şimdi, bir ara urban, bir ara grimak s., bir ara "şahika", bir ara "bira", bir aradan daha uzun gidilmesi gereken sabahattin'e epeyce geç gidiş, çirkin ama karizmatik erkek b. & isveçli m. hariç herkes, "yine bira", kalamar ızgara, fener balığı, dönüş yolunda bir ara patlayan lastik ve lastik değiştirme operasyonu, bir ara yan, bir ara roxy, bir ara "ya tamamdır ya", bir ara "eskinin herkesi" ve "bugünün hiçbir duygu uyandırmayan herkesi" ile müthiş sohbetler, ve gün yeni bir gündür, güzel bir gündür, "programsızlığın programının" günüdür.
p.s. şimdi araştırdım; carlsberg, becks içebilirmişim. carslberg sevmem ama becks olabilir, ancak asıl efes'i araştırmalıyım.
p.s. şimdi araştırdım; carlsberg, becks içebilirmişim. carslberg sevmem ama becks olabilir, ancak asıl efes'i araştırmalıyım.
Friday, November 26, 2010
Motto # 8, Motto "supreme"
gilles deleuze - "nous reconnaissons les choses, mais nous ne les connaissons pas".
Sanıldığı kadar "basit" değil
Düşündüğümü, inandığımı hâlâ savunuyorum; "hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı" gerçeğini. Hele Deleuze'u okuyunca, dinleyince inancım daha da artıyor. Deleuze var, kaykay var, alt kültür var, okumak var, yorumlamak var, gözlemlemek var; daha ne isteyebilirim ki?
Dream on # 6
Son birkaç gündür çok net ve gerçekçi rüyalarla uyanıyorum. Net ve gerçekçi rüya temaları içerisinde Iverson veya Tarkan gibi celebriti takımı her şeyi iyice fantastik kılsa da tema gerçek. Dün gece ise celeb people olmadan epey tematikti. Şarkı da temaya gider; sabah sabah nereden çıktıysa?
Runnig away from life is hard to do,
specialy when there's nothing else for you
just have a little patience 'cause life will never make sens
and less you and leave then you learn all the fact
for yourself
It's really nice to know that you're my friends
And that you let me call you now and then
if i have many problems
I know you help me so wrong
and stay by my side lend our pein
be my guide to the end
Ohhh I'll do the same for you
You know i ear and take the pein for you
if I though I do any
if only I could... well you know i would
I wish i can do a hope and more
i told you this before this is what a friend is for
That's what friends are for
So if you you ???
You're my friend and take it easy
Thursday, November 25, 2010
to whom it may concern # 2
Sunday, November 21, 2010
(never on sunday) maratonun sonu
never on sunday maratonunun sonudur bugün. Yarın herkes, her şekilde normale dönüyor, evli evine köylü köyüne gidiyor sokaklar dükkanlar binalar her zamanki sahiplerine geri dönüyor, elektrikler yanmaya, telefonlar çalmaya başlıyor ve hayat geri dönüyor. Yine de bugün hala never on sunday günü, hala hafifliğin günü. Biraz Supreme, biraz Sabiha Sertel, biraz L.W. Beethoven, biraz Jay-Z, biraz Aretha Franklin, biraz gazete, biraz keyif, biraz güneş, biraz rahatlık günü bugün. Yarından önce. Büyük buluşmadan, karşılaşmadan önce. never on sunday.
Friday, November 19, 2010
Tatil eğlencesi
Aylaklığım, eğlencem, keyfim bitmiyor. Yarın artık hafta sonu gelmiş pazartesi yaklaşmış olacak, o halde o zamana kadar bu da tatil eğlencesi olsun.
Güzel bir insanla başlayacağım. Mad Men 'in güzel kadınlarından, sarışın olanlarından. Nedense bayağı beğeniyorum. Belki soğuk ve beyaz hali olabilir ama gayet güzel bir kadın. Elbisesi güzel kendisi güzel. Galiba biraz zayıflamış, people sayfaları öyle yazıyor ama ben bu tip şeyleri pek anlayabilen biri değilim o yüzden onlarınki doğrudur. Ancak hiç fark etmez gayet güzel bir kadın bu January Jones. Telle mere telle fille denilecek bir örnek mi bilmiyorum ama Anna Wintour ve kızı Bee. Kızı hoş, beyaz, düz fönlü, zarif yani annesine uygun güzellikte bir kız. Elbisesi güzel, siyah ojeleri güzel, beyaz teni ile güzel olmuş sadece saçları sıradan bence. The september issue 'de annesinin yaptığı işi çok sıradan bulduğunu ve asla böyle bir iş yapmak istemediğini söylüyordu (filmin bütün "vöggg" unsurları bir yana insani anlarından biri de o sahne; anna wintour'un da hepimizde olduğu gibi bir şekilde birilerini mutlu etmek, birilerinden takdir görme arzusunun olduğu sahne. kendisi her ne kadar moda endüstrisi ve tasarımcılarının üzerinde her türlü hakimiyet ve acımasız bir iktidara sahip olsa da "yüce" duruma "çok daha ciddi işlerle" uğraşan ailesi tarafından pek de itibar edilmediği, bu durumdan bahsedildiğinde ise buruklaştığı görülüyor. ilginç değil mi? aslında her yetişkinin davranış ve yaşam biçimi bir şekilde çocukluğunun kurgusu, kahramanları, onların peşinde koştuğunda onlarla yaşadığı ilişkinin sonucı ile bir şekilde bir yerde birleşiyor. anna wintour'unki bile.).
Anna Wintour ve kızından sonra moda endüstrisinin bir başka anne-kızı. Carine Roitfeld ve kızı Julia. Bayağı bayağı güzel bir kız Julia Restoin-Roitfeld. Güzel ama bir de rahat bir kız, öyle sanki çok kasıyor gibi değil. 30. doğum günü kutlamış, Vogue sayfalarına düşmüş, şöhretli arkadaşlar gelmiş, davetiyeye "no presents" denmiş ve anne kız da Pucci elbiselerle katılmış. Carine Roitfeld 'inki eğer Vogue editor-in-chief değilse 40'ını geçkin bir kadının pek giymemesi gereken fazlasıyla iddalı elbiselerden, diğeri ise kırmızı mini gayet seksi ve güzel bir elbise, lütfen uzun ve ince bacaklı olanlar buyursun giysin biz de güzel bacak görelim.
Tipini beğenmediğim adını hatırlamadığım yeni kuşak Hollywood aktrislerinden. Tipini de elbisesini de almayayım ama ayakkabıları çok güzel olmuş, sıradan bir yüzü içeri girdiğinde farklılaştırmış. Kurdele de sevmem ama olmuş işte. Hem de çok güzel olmuş.
Kızdan ziyade elbiseyi çok beğendiğim için koydum. Gucci. Rengi, şekli çok güzel ama özellikle de yeşilin tonu. Yeşil çanta peşindeyim neredeyse 1 yılı aşkın bir süredir, bulamıyorum. Elbise de çok güzel. Kızda pek olmamış ama biraz daha göğüslü, daha çarpıcı birinde müthiş olabilir. Ve tabii başka bir ayakkabı ile. O ne ya?
Kürk seven biriyim. Gerçeği değil elbette de sahtesi giyilsin, giyilsin ve hiç çıkartılmasın isteyenlerdenim. Benimki dışında geçenlerde eski sevgilim B.'den aldığım ancak gögsü hiçbir şekilde kapanmayan bir yeleğim var. Her türlü çabama rağmen kapanmıyor, sanıyorum bu yüzden ben de daha mini pöti poitrinli birine vermek durumunda kalacağım. whatever Yukardaki kadın J.Crew markasının bir şeyi, aşağıdaki de malum Sofia Coppola. J.Crew'inki olmuş da o asker kamuflaj pantalonu nedir ama ya? Başka renk bir pantalon olsun yine altına çorap giymeden topuklu ile dursun, üzerindekiler aynı kalsın yarı bohem yarı bourj olsun tamam ama bu kamuflaj kabus resmen. Nasıl moda ikonu olduğunu anlamadığım soyadı olmasa fark edilmeyecek insanlardan Sofia Coppola 'nınkini zaten geçiyorum. Ya nasıl bir şey? O siyah takım üzerine kürk. Neden ki? Cidden bazen bazı insanların bu ikonlaşma hallerini zerre anlamıyorum. Güzellik veya çirkinlikle ilgili bir durum değil bahsettiğim sönüklük ve sıradanlıkla ilgili. Sofia Coppola kadar da sönük ve sıradan insan herhalde azdır. Soyadı hariç!
Kim olduğunu bilmediğim güzel bir insan güzel bir elbise ile bitiriyorum. Sofia Coppola 'nın gittiği H&M Lanvin partisinden yine üzerinde Lanvin elbiseli bir insan. Kız güzel elbise güzel ayakkabılar çanta her şey her şekilde güzel. Bitirmek için şahanedir kendisi. Ha, bizde de yeni açılan H&M mağazasında Lanvin imzalı ürünler için insanlar kuyruğa girecekmiş. Kuyruk derken? Herhalde şaka olmalı değil mi? Lanvin'e hayranım, Jeanne Lanvin'e olduğu kadar Alber Elbaz'a da hayranım ama sıraya girmek kuyrukta beklemek 15 dakikalık alışveriş süresi olup da tek ürün alma şartı nedir ya? Neden ki ayrıca? Ama bravo! Tüketim toplumunun can damarını bulup ona göre toplum aktörlerinden yararlanan işletmecilere yöneticilere bravo! Kuyruğa girenlere de ayrıca bravo; hayatta mükemmel bir hedef bulup bu uğurda böylesine çabaladıkları ve ilerde hep kısa süreli tatminlerin peşinde daha çok kuyruklara girecekleri için koskocaman bir bravo. Önleri açık, gelecekleri parlak. Herhalde benimkisi kıskançlık o yüzden yine kırmızılı Lanvin kızını överek bitireyim.
Güzel bir insanla başlayacağım. Mad Men 'in güzel kadınlarından, sarışın olanlarından. Nedense bayağı beğeniyorum. Belki soğuk ve beyaz hali olabilir ama gayet güzel bir kadın. Elbisesi güzel kendisi güzel. Galiba biraz zayıflamış, people sayfaları öyle yazıyor ama ben bu tip şeyleri pek anlayabilen biri değilim o yüzden onlarınki doğrudur. Ancak hiç fark etmez gayet güzel bir kadın bu January Jones. Telle mere telle fille denilecek bir örnek mi bilmiyorum ama Anna Wintour ve kızı Bee. Kızı hoş, beyaz, düz fönlü, zarif yani annesine uygun güzellikte bir kız. Elbisesi güzel, siyah ojeleri güzel, beyaz teni ile güzel olmuş sadece saçları sıradan bence. The september issue 'de annesinin yaptığı işi çok sıradan bulduğunu ve asla böyle bir iş yapmak istemediğini söylüyordu (filmin bütün "vöggg" unsurları bir yana insani anlarından biri de o sahne; anna wintour'un da hepimizde olduğu gibi bir şekilde birilerini mutlu etmek, birilerinden takdir görme arzusunun olduğu sahne. kendisi her ne kadar moda endüstrisi ve tasarımcılarının üzerinde her türlü hakimiyet ve acımasız bir iktidara sahip olsa da "yüce" duruma "çok daha ciddi işlerle" uğraşan ailesi tarafından pek de itibar edilmediği, bu durumdan bahsedildiğinde ise buruklaştığı görülüyor. ilginç değil mi? aslında her yetişkinin davranış ve yaşam biçimi bir şekilde çocukluğunun kurgusu, kahramanları, onların peşinde koştuğunda onlarla yaşadığı ilişkinin sonucı ile bir şekilde bir yerde birleşiyor. anna wintour'unki bile.).
Anna Wintour ve kızından sonra moda endüstrisinin bir başka anne-kızı. Carine Roitfeld ve kızı Julia. Bayağı bayağı güzel bir kız Julia Restoin-Roitfeld. Güzel ama bir de rahat bir kız, öyle sanki çok kasıyor gibi değil. 30. doğum günü kutlamış, Vogue sayfalarına düşmüş, şöhretli arkadaşlar gelmiş, davetiyeye "no presents" denmiş ve anne kız da Pucci elbiselerle katılmış. Carine Roitfeld 'inki eğer Vogue editor-in-chief değilse 40'ını geçkin bir kadının pek giymemesi gereken fazlasıyla iddalı elbiselerden, diğeri ise kırmızı mini gayet seksi ve güzel bir elbise, lütfen uzun ve ince bacaklı olanlar buyursun giysin biz de güzel bacak görelim.
Tipini beğenmediğim adını hatırlamadığım yeni kuşak Hollywood aktrislerinden. Tipini de elbisesini de almayayım ama ayakkabıları çok güzel olmuş, sıradan bir yüzü içeri girdiğinde farklılaştırmış. Kurdele de sevmem ama olmuş işte. Hem de çok güzel olmuş.
Kızdan ziyade elbiseyi çok beğendiğim için koydum. Gucci. Rengi, şekli çok güzel ama özellikle de yeşilin tonu. Yeşil çanta peşindeyim neredeyse 1 yılı aşkın bir süredir, bulamıyorum. Elbise de çok güzel. Kızda pek olmamış ama biraz daha göğüslü, daha çarpıcı birinde müthiş olabilir. Ve tabii başka bir ayakkabı ile. O ne ya?
Kürk seven biriyim. Gerçeği değil elbette de sahtesi giyilsin, giyilsin ve hiç çıkartılmasın isteyenlerdenim. Benimki dışında geçenlerde eski sevgilim B.'den aldığım ancak gögsü hiçbir şekilde kapanmayan bir yeleğim var. Her türlü çabama rağmen kapanmıyor, sanıyorum bu yüzden ben de daha mini pöti poitrinli birine vermek durumunda kalacağım. whatever Yukardaki kadın J.Crew markasının bir şeyi, aşağıdaki de malum Sofia Coppola. J.Crew'inki olmuş da o asker kamuflaj pantalonu nedir ama ya? Başka renk bir pantalon olsun yine altına çorap giymeden topuklu ile dursun, üzerindekiler aynı kalsın yarı bohem yarı bourj olsun tamam ama bu kamuflaj kabus resmen. Nasıl moda ikonu olduğunu anlamadığım soyadı olmasa fark edilmeyecek insanlardan Sofia Coppola 'nınkini zaten geçiyorum. Ya nasıl bir şey? O siyah takım üzerine kürk. Neden ki? Cidden bazen bazı insanların bu ikonlaşma hallerini zerre anlamıyorum. Güzellik veya çirkinlikle ilgili bir durum değil bahsettiğim sönüklük ve sıradanlıkla ilgili. Sofia Coppola kadar da sönük ve sıradan insan herhalde azdır. Soyadı hariç!
Kim olduğunu bilmediğim güzel bir insan güzel bir elbise ile bitiriyorum. Sofia Coppola 'nın gittiği H&M Lanvin partisinden yine üzerinde Lanvin elbiseli bir insan. Kız güzel elbise güzel ayakkabılar çanta her şey her şekilde güzel. Bitirmek için şahanedir kendisi. Ha, bizde de yeni açılan H&M mağazasında Lanvin imzalı ürünler için insanlar kuyruğa girecekmiş. Kuyruk derken? Herhalde şaka olmalı değil mi? Lanvin'e hayranım, Jeanne Lanvin'e olduğu kadar Alber Elbaz'a da hayranım ama sıraya girmek kuyrukta beklemek 15 dakikalık alışveriş süresi olup da tek ürün alma şartı nedir ya? Neden ki ayrıca? Ama bravo! Tüketim toplumunun can damarını bulup ona göre toplum aktörlerinden yararlanan işletmecilere yöneticilere bravo! Kuyruğa girenlere de ayrıca bravo; hayatta mükemmel bir hedef bulup bu uğurda böylesine çabaladıkları ve ilerde hep kısa süreli tatminlerin peşinde daha çok kuyruklara girecekleri için koskocaman bir bravo. Önleri açık, gelecekleri parlak. Herhalde benimkisi kıskançlık o yüzden yine kırmızılı Lanvin kızını överek bitireyim.
gece # 12
hafta içi testin sonucu ile kesinlik kazanan çok uzunca bir süre yiyemeyeceklerim listesine hızlı giriş yapan buğday-tahılları son bir kez yiyebilmek ve tabii keyifle gülerek yiyebilmek için e.k. ve f .'ye ziyaret, gençlik kulübü diğer kurucu üyesi b. 'nin de katılması, 8 saatlik bir maraton, lahmacun ve yanındakiler, çeyiz seti, e.k.'nın bize stylish olması, kalpli hırkası, kendisinin bir teknoloji delisi f.'nin de internet "komputer" canavarı olma efsaneleri, gençlik kulübü çalışmalarının detayları, eksik kanallar "aaa bizde kanallar eksikmiş", akvaryumdaki minik lacivert balığın aslında siyah olması, "minik lacivert balık", "back up'ı arasak kesin bulup söylerler", "are you ready" isimli collezione şarkısı, gibi onlarca manasız komiklikte laf, anı, hatıra, yeni hatıra ve "aaa saat 3 olmuş"...
Thursday, November 18, 2010
anotherstar iftiharla sunar: "aylaklık müessesi"
Günlerdir yaptığım şey: aylaklık. Belki bu kadar uzun süren bir tatilde bir sürü insanın da yaptığı budur. Ve sanıyorum uzun yıllardır ilk defa bir tatilde bir yerlere gitmemek aylaklığın gücünü hissettirdi.
Birazdan hazırlanıp çıkacağım. Yine bir aylaklık peşinden, eğlence ve keyif izinden. E.K. . Yiyemeyen halimi, vücudumun öğütmediği şeyleri duyunca "ama son bir kez bizde yersin sonra yemezsin" dedi. Yani aylaklığıma bir de sefa pezevenkliğini ekleyeceğim ve the night is young.
Daha yarın var- cumartesi ve pazarları saymıyorum- yani aylaklık müessesi yarın da hizmetlerine devam edecek. mükemmel. easy come easy go.
Wednesday, November 17, 2010
Sabah keyfi # 5
Uzun zaman sonra espressonun keyfi, borsalinonun keyfi, güneşin keyfi, müziğin keyfi, radyonun keyfi, yolun keyfi, arabanın keyfi, arkadaşın keyfi, sevgi keyfi, filmin keyfi, vogue keyfi, dostluğun keyfi, ruh hafifliğinin neredeyse tiril tirilliğinin keyfi ile beraber sabah keyfinin gelmesi.
Monday, November 15, 2010
"never on sunday" maratonu
Aslında cuma akşamından başladı da yine de bugün hafta başı olması sebebiyle asıl başlangıç olsun. Okunacaklar, seyredilecekler, dinlenecekler, görülecekler, buluşulacaklar, konuşulacaklar, kucaklaşılacaklar, öpülecekler, telefonlaşılacaklar, gidilecekler var. Yarın bayramın ilk günü, bende tek ziyaret var, onu da zaten pek seviyorum (kim anneannesini sevmez ki?). Sonrası "okunacaklar, seyredilecekler, dinlenecekler, görülecekler, buluşulacaklar, konuşulacaklar, kucaklaşılacaklar, öpülecekler, telefonlaşılacaklar, gidilecekler" in zamanı, tatili olacak. Yayıla yayıla yatacağım, kahve içeceğim, yatağı evin yaşanan tek mekanı haline getireceğim bir tatil olacak. Yani umuyorum. Umuyorum çünkü ne zaman buradan bir şeyler yazsam bir şekilde patlıyor. whatever. never on sunday ruh halinin maratonudur benim ve bizim için. O halde never on sunday state of mind.
p.s. hani durduk yerde ilgisiz insanlara "iyi bayramlar" diye mesaj atan insanlar var. ya da attıkları mesajları "iyi bayramlar" diye bitirenler. hiç öyle biri olamadım- yani biraz konvansiyonel, biraz herkese samimi-olabilseydim herhalde iyi olurdu ama nasıl olsa birileri maillerine, cep telefonu mesajlarına, bloglarına, tweetlerine ekliyor. 1 eksik olsun, o "- 1" de ben olayım.
p.s. hani durduk yerde ilgisiz insanlara "iyi bayramlar" diye mesaj atan insanlar var. ya da attıkları mesajları "iyi bayramlar" diye bitirenler. hiç öyle biri olamadım- yani biraz konvansiyonel, biraz herkese samimi-olabilseydim herhalde iyi olurdu ama nasıl olsa birileri maillerine, cep telefonu mesajlarına, bloglarına, tweetlerine ekliyor. 1 eksik olsun, o "- 1" de ben olayım.
Sunday, November 14, 2010
Motto # 7
gece # 11
cuma günü sekvotka 'dan gelen "yarın porn star v.'nin doğum günü yemeği için karaköy lokantası'na gidiyoruz" telefonu, güzel bir heyecan hissiyatı, zaten tatilin getirdiği mutluluk, kıpır kıpır bir sakinlik (evet "kıpır kıpır" ve "sakin" durumu birbiri ile tezat ancak yüreğimin hali böyle), güzel hava, siyah elbise, leopar ceket, karaköy lokantası ve güzel mavi seramik karoları, v.'ye "sürpriz" öncesi gelen müzisyen takımı, özlediğim hatta deliler gibi eğlendiğim düğünlerinden beri görmediğim yale paşası a. ve kool ötesi karısı a. , hasır borsalino'su ile gelen pek bir sevdiğimiz sanatçı aslı çavuşoğlu, porn star v., sekvotka, çirkin ama karizmatik insan b., uçan manda t. gibi yine aynı sınıfın bir deutsche schule insanı artık fransa insanı olacak olan s.y. , güzel yemekler, kara efe, keyifli dakikalar mutlu saatler ve işte geçip giden bir doğum günü eğlencesi. pek sevdiğim kalbimin rock star'ı v.'nin yine bir o kadar sevdiğim sevgilisi leopard lover g. tarafından keyifle ayarlanmış doğum günü yemeği eğlencesi...
p.s. insanlara takma isimler vermeyi seven biri olarak g. bende leopard lover g. olarak kayıtlı. dün de şaşırtmadı, kıyafet seçimi ile mutlu etti. o leopar tulum herhalde çok az insana yakışır ? evet, leopar tulum. peki kaç kişi giyebilir? özellikle de türkiye sınırlarındaki türk kadınlarının vücut yapısı düşünülürse limit olsa gerek. gel gör ki g.'de olmuş, dün gördük. ben tulum giyemeyeceğim için kendisine leopar ceketimle eşlik ettim. müthiştik. hele resimler...hoş, yale paşası a. fotoğraf makinesiz gelmişti yani kurtardık resimlerin sabaha karşı bir saatte harvard'lı nörd çocuğun sitesine düşmesinden...
p.s.(2) dönüş saati erkendi. au moins pour moi. her ne kadar gece yarısını geçse de yine de erken de. neden? tabii roxy'i kapatmıyor olmak insanın eve erken dönmesini sağlıyor.
p.s.(3) karaköy lokantası istanbul'da onlarca yüzlerce açılan manasızca pahalı, kötü servisli, kötü yemekli lokantalar arasında gidilebilecek güzel yerlerden. içindeki mavi seramik karolara zaten tavım .
p.s. (4) dün gece hayatım boyunca uymam gereken besin intoleransı hadisesimin ortaya çıkışından beri ilk defa dışarda yedim. sonuç: zor. hatta çok zor. ufak tefek yenmese de olacak şeyleri geçiyorum ama yulaf ve buğday çok zor ( artık dayanamayıp buğdaylı iki küçük parça ekmek yedim ama 1 haftadır ilk defa buğdaylı ekmek yedim ki zaten buğdayı 2 veya 3 haftada bir tüketebilir yulafı hiçbir şekilde tüketemezmişim. mükemmel yani).
Friday, November 12, 2010
"state of mind"
- "we were treated like kings at every place that we went to"- quote from dogtown & z-boys, dir. stacy peralta, 2001
halet-i ruhiyem tatil öncesi (yemişim bayramı çok affedersin), aynen budur. biraz "streets", biraz "kaykay", biraz "rock n' roll", biraz "hip hop", biraz "glamour", biraz düşen pantalon", biraz "heyecan", biraz "itibar", biraz "keyif", biraz "am I cool or what"
Wednesday, November 10, 2010
Derli toplu ev
Demek ki evden çıkarken de ne olacağı belli olmaz diye evi çok da dağınık bırakmamak gerekiyormuş. Hani çok vahim değildi de kıyafet odası biraz fazla dağınık gibiydi (aslında üzerindekileri kaldırınca çok da dağınık değil de dışardan biri için muhtemelen epeyce dağınık).
Lodos sebebiyle camın açılıp alarmın çalması, şirketin polisi göndermesi, telefonda konuştuğum polisten beklemesini istemem, atlayıp gelip de evi polis memuru ile "bekleyen ve saklanmış hırsızın varlığını" kontrol edip, kıyafet odasına bakarken "hmm evet bu oda biraz dağınık neyse yapacak bir şey yok" diye geçiştirme derken evden çıkarken beklenmedik hadiselere karşı evi bir nebze olsun toplu bırakmak en iyisi herhalde. Hayır, normalde o kadar korkmam veya eve polisle girecek kadar evhamlı değilimdir ama yan tarafta devam eden bir inşaat olması ürküttü. Fear of the dark diye yazmıştım sabah, demek ki bir korku varmış.
P.S. telefonda e.k.'ya üzerime gelen gerzek gülümseme ve rahatlık halini söylüyordum o meşhur mevzuya dair. herhalde 10 yıl önce bir kez daha yaşamıştım roxy ile beraber, demek ki böyle oluyormuş. peki, anladık mı? hayır.
Tuesday, November 9, 2010
Oysa
Oysa hava ne kadar güzel, ne kadar keyifli, her şey ne kadar dingin, ne kadar sorunsuz, ne kadar yumuşak, ne kadar tebessüm ettiren haldeyken ufak tefek ve bir o kadar önemsiz meselelerin büyüyüp büyüyüp şişip de ağırlık yapması ne kadar can sıkıcı, surat astırıcı ve en önemlisi "talihsiz" bir durum. Bildiğin talihsizlik. Her şey bu kadar kısa sürerken bazı şeylerin değerinin bilinmemesi ciddi talihsizlik. Bu saatten sonra beni hayatta ânı yakalayamamak kadar üzen şey az var. O ânlardan biri işte. Olan biten yok sadece şişip şişip de patlamayan nehirler var. Suyun yolunu zamanla bulmasını bekliyorum. Ayrıca bu hava ile beraber yüreğimde de güneş açsın istiyorum. merde!
Sunday, November 7, 2010
Breathe- respire # 5
"...don't point your finger at me...you're one in a million yeah that's what you are you are shooting star..."- one in a million, guns n' roses, gn'r lies, 1988
gerçekten de sürekli "şunu yapmıyorsun, bunu yapmıyorsun" diye gösterilmekten "şöylesin, böylesin" laflarını duymaktan ve bunların ne yazık ki "klişe ve önyargıların ifadesi" olmasından o kadar çok sıkılıyorum ki sadece nefes alabilmeyi istiyorum. gerçekten.
gece # 10
aslında gece planı değildi, planlanmış hiç değildi, üzerimde çizgili marin elbise ile alışverişe çıktığım hatta yıllar sonra ilk kez akmerkez'e gittiğim basit bir gündü. b.'den gelen telefon, "akşam beraber mi yesek?", nişantaşı'na gidip de kapıda beklemek, sis, siste yürümek, yoldan julius sezar t.'yı almak, beşiktaş'a kadar yürüyebilir miyiz inadı, "taks", beşiktaş çarşı, "hangi turgut'un yeri, ama bölünmüş bunlar", bizim oturduğumuzun bütün turgut yerlerine nazaran biraz varoş oluşu, derken sekvotka'nın yemeğe gelmesi, biraz dedikodu biraz geyik derken b. ile masada birdenbire büyük kavgaya tutuşmak (hem de öyle böyle değil), bir anda değişen suratlar, düşen suratlar ve hatta kırılan kalpler, tatlı-kahve sonrası normal olmaya çalışan bir havada ayrılış, yan, gey kapılım z., gece hayatını özlediğmi fark etmem (ama özlemişim), eğlence, roxy, çok sıkıcı olabilecek birkaç şarkıdan sonra d'yer maker'in çalması, mutlu olmam, hele hele one in a million ile daha da mutlu olmam, 16-17-18 yaşına geri dönerek sahnelerde dans, I love the nightlife, "sabah 6'ya kadar dans edeceğim" deyip gerçekten de 6'ya kadar dans etmek.
p.s. kavga. evet, b. ile bildiğin giriştik birbirimize. sebepsiz miydi? bilmiyorum herhalde öyledir ama ben şunu biliyorum ki ben ne kendimi anlatabiliyorum ne de bugüne kadar doğru anlatabilmişim. en yakınlarım bile gayet klişelerden tanıyor beni. mükemmel. bana olmuş güzel bir kapağın resmidir bu.
p.s. (2) bitip giden o kadar şey var ki bende saysam uzun liste olur. ben demiştim herkese "ooo, o mu? çoktan bitti" diye de yine klişelerle yaşandığı düşünüldüğü yani "hayır canım, imkansız" düşünceleri hakim olduğu için kimi inandırabildim o zamanlar hiç bilmiyorum. muhtemelen sadece kendimi. yine kendimi hiç hissiyatsız şekilde gördüm kendisine karşı. bu kadar mı bir insan hiçbir şey hissetmez veya duymaz? e duymazmış hissetmezsmiş. öyle işte, zamanla biten bitiyor. hepsinin sebebi ayrı, farklı ama bütün yükler akıp gitmiş üzerimden de ben öylesine duruyormuşum. eskiye dair kimse ve kimsenin yükü, valizi çantası bende değil; ben bunu bilir bunu söylerim.
p.s. kavga. evet, b. ile bildiğin giriştik birbirimize. sebepsiz miydi? bilmiyorum herhalde öyledir ama ben şunu biliyorum ki ben ne kendimi anlatabiliyorum ne de bugüne kadar doğru anlatabilmişim. en yakınlarım bile gayet klişelerden tanıyor beni. mükemmel. bana olmuş güzel bir kapağın resmidir bu.
p.s. (2) bitip giden o kadar şey var ki bende saysam uzun liste olur. ben demiştim herkese "ooo, o mu? çoktan bitti" diye de yine klişelerle yaşandığı düşünüldüğü yani "hayır canım, imkansız" düşünceleri hakim olduğu için kimi inandırabildim o zamanlar hiç bilmiyorum. muhtemelen sadece kendimi. yine kendimi hiç hissiyatsız şekilde gördüm kendisine karşı. bu kadar mı bir insan hiçbir şey hissetmez veya duymaz? e duymazmış hissetmezsmiş. öyle işte, zamanla biten bitiyor. hepsinin sebebi ayrı, farklı ama bütün yükler akıp gitmiş üzerimden de ben öylesine duruyormuşum. eskiye dair kimse ve kimsenin yükü, valizi çantası bende değil; ben bunu bilir bunu söylerim.
Subscribe to:
Posts (Atom)