Thursday, December 31, 2009

Temenni

Yeni yıl temennim budur. Elimde şampanya, üzerimde beyaz erkek gömleği- melis alphan gibi boyfriend white shirt derdim ama kendisinin yorumlarını beğendiğimi söyleyemeyeceğim-hafif, glamour, kool günler geçireyim; daha doğrusu geçirelim. Beraber mi? Yani beraber olunanlar bilinsin, gerisi ile mümkünse hiç karışmayalım, biz bize yaşayıp gidelim. Ve kıymet ettiklerime kıymet edeyim. En azından ben kendi adıma deneyeyim karşımdaki de belki feyz alır mutlu mesut yaşayıp gideriz. Budur. Ayrıca bugün üzerimdekiler bayağı güzel ( b. senin için de giyineceğim yemeğe gittiğimizde) ve the night is young.

Tuesday, December 29, 2009

Ne lakabinin adamı, ne kalıbının lakabı



Biliniyor ki türk kanallarındaki dizi furyasını takip etmiyorum yani Behlül'e hayranlık Bihter'e kıskançlık duymuyor, Nejat İşler içime işler diye televizyona yapışmıyorum, filan filan. Tabii Ezel dizisi de var unutulmaması gereken; türk insanına özlü sözlerin önemini, büyük adamlara aşkların acısını hatırlatanların dizisi. Yakalasam seyredeceğim sosyolog olarak tahlil edeceğim ama bir türlü denk gelemiyorum diye üzülürken dün gece denk geldim ve dayanabildiğim kadarına baktım. Cansu Dere'nin yerlerde sürünen oyunculuğunu, Ezel'in nedense bana hiç hitap etmeyen (ki kıro beğenileri olan biri olarak kendisini beğenmem gerekir) hareketleri, sürekli ağlak hasta platonik aşık bir kız, yakutlar hediye eden ve metresiyle çok kötü öpüşen (muhtemelen de çok kötü sevişen) zamanında en yakın arkadaşlarını satmış bir koca filan derken dizinin bence en harikulade ve kool şahsiyeti (bir de dayı varmış ama onu baktığım aralarda göremedim) Kerpeten Ali. Çirkin desen bence değil. Evet, Behlül değil, Ezel değil ama garip bir çekiciliği var. Ayrıca hisli de. Seviyor o kızı, şu sürekli bayılan gerzek şekilde esas oğlana aşık olanı. Her şeyini ezberlemiş-ki zaten o sahnede yakaladım diziyi-. Gerisini feci sıkıcı olduğu hele hele Cansu Dere'nin sürekli gözlerini devirerek sinirli kadın triplerinde dolaştığı halleri zaten geçiyorum. Olay Kerpeten'dir. Evinin içindeki havuzu, vazgeçemediği kerpeteni, aşk ile seven hissiyatı, gözyaşının süzülen hali ile...Ne demişler; kerpeteni çocuktan alabilirsin ama çocuğu kerpetenden kopartamazsın. Ali ismi de şahane bence. En sevdiğim erkek ismidir Ali.
Bu arada pardon, çok saydırmıştım diziye daha önce ama türk toplumunun erkeklerine-özellikle de genç olanlarına- ağlamanın kötü bir şey olmadığını öğretiyormuş. Ee kolay mı? Mafya babası Kerpeten Ali ağladı, bir başka sert adam Ezel ağladı, her şey halloldu. Tabii ki de biz kızlar mutluyuz bu kadar duygusal erkeklere sahip olduğumuz için. Neymiş? Ağlayan erkek her şeyden kıymetliymiş... kimileri için belki, kimileri için ilk seferinde yoksa herkes ağlıyor işte bir şekilde bir yerlerde. Oysa kalıbı gibi olsa, ya da lakabını taşıyabilse sorun olmayacak, en azından kendi gibi olur. Biz ne lakabının adamı, ne kalıbının lakabı ile yaşayanlar gördük, normal erkeklerden farklı değiller.

Sabah keyfi # 5

- kahve? hem de beraber?

Sunday, December 27, 2009

Ruh hastası

Sting'in ne müziğini ne de sahte yogi style barış savaşçısı tavırlarını sevmem. Belki birkaç güzel şarkısı vardır, onlar da zaten The Police dönemindendir bana göre. Fakat az önce fark ettim ki romantiklerin aşk şarkısı Every breath you take ne kadar ruh hastası bir şarkıymış öyle. Nasıl sözlerdir öyle? Veya nasıl bir yapışmadır "her hareketini, her nefes alışını izliyor olacağım" diye? Ruh hastası resmen. Ancak nedense ruh hastaları - abartılı ve kabus haline gelmediği sürece- her daim seviliyor. Özellikle de kızlar tarafından. Evet bizde de buna dair bir başka ruh hastası durum var; o bizi hırpaladıkça bizi çok seviyor zannediyoruz, olmayan bir hayale inanıyoruz.

whatever
...daha geçen gün e. ile hayatımızdaki ruh hastalarına dair konuşuyorduk, o halde 4 'em!




every breath you take
every move you make
every bond you break
every step you take

I'll be watching you

every single day
every word you say
every game you play
every night you stay

I'll be watching you

oh can't you see
you belong to me
how my poor heart aches with every step you take

every move you make
every vow you break
every smile you fake
every claim you stake

I'll be watching you


since you've gone
I've been lost without a trace
I dream at night i can only see your face
I look around but it's you i can't replace
I feel so cold and i long for your embrace
I keep crying baby, baby please

Saturday, December 26, 2009

Düğün


Bazı düğünler çok eğlenceli çok komik oluyor. Hele bir de bu eğlenceli ve komik durum düğünün "klas" olmamasını da engellemiyorsa işte gerçekten sonuç harika oluyor.

düğün hazırlığı, çorapsız çıplak bacağa giyilen elbise & ayakkabı, yale insanı genç paşam a., nyu insanı dans ederken bile koolluğundan taviz vermeyen kool gelin a., kadim dostum sekvotka, london boy e., isviçre insanı a., pornstar v. ve pek sevdiğim sevgilisi g., güzel ve eğlenceli düğün, tüm gece şampanya, kalabalık kalabalık, elbette her zamanki ayakkabıları çıkarıp sahnede dans, başımdan aşağı serpilen güller, ny'dan gelenler, komik anlar, zamanlar derken kooool ötesi bir düğündü. hele düğünün en kool anı bir anda ortaya çıka n ve davetlilere dağıtılan renk renk sahte ray-ban wayfarer gözlüklerdi (benimkisi lacivert). bu kadar eğlenemezdim. eve 3'ü geçe girdiysem ve aslında kalmaya niyetliysem olay budur.

p.s. sadettin saran yakından bayağı yakışıklı bir adam. öyle böyle değil, ayrıca heybetli de.

p.s.(2) g. ile yaptığımız şahane sohbette ortaya çıkan: kalıplı adam beğenimiz, orta çap kalıplı amerikalı davetli, "oooooo", tony soprano sevgimiz (yalnız mümkünse her geniş karşı cins kendisini tony soprano ile özdeşleştirmesin lütfen) ve tabii racon (ki racon hakkında da herkes konuşmasın, kendisine bir pay çıkarmasın). forever tony soprano.

p.s. (3) düğün yapsam böyle olsun isterim. böylesine eğlenceli böylesine şampanyalı, böylesine kool. hiç öyle nikah dairesinde evlenip de sonra da yemeğe gitmek istemem. kutlamak lazım bazen. hele isteyerek yapılıyorsa...

Friday, December 25, 2009

Yaşlılık alametleri

İşte benim için yaşlılık alameti budur. Başka şeyler pek değil; yok dizlerim ağrıyor, yok hormonlarım evlat sahibi olma arzusu içerisinde yanıp tutuşuyor, yok istanbul'u bırakıp köye yerleşmek istiyorum filan filan filan. Vallahi benim için yukardakiler yalan da şu içki sonrası ertesi gün hali gerçek bir yaşlılık alameti. Artık eskisi gibi olmuyor. Öyle şişelerce içip içip de sabahında her şey ne kadar güzel ne kadar şahane olmuyor. Zaten hastayım reflüm var ülserim var ama sürünmediğim sürece sorun yok. En azından bu iyidir. Sürünmüyorum yerlerde ama keşke eskisi şöyle 15 yaşındayken Bodrum'a gittiğimizdeki gibi içebilsem... Ama artık yaşlıyım, yaşlısın, yaşlı.

P.S. yaşlıyım, yaşlısın yaşlı da ama o değil.. dün e.'ye resimlerini gösterince ikimiz de "olur ya bu, tamamdır,kıstas şöyle; çocuğun olabilecek bir yaşta olmadığı sürece her türlü olur" dedik. bebeğim yaaa...

Thursday, December 24, 2009

Aptal insanlar ve halleri

Aptal insana tahammülüm yok.Belki kimsenin yoktur ama benim derdim zekası gerçekten düşük olan ile değil, bir şekilde okuyup edip sonra da kendisini akıllı gösterenlerle.

Buralarda yeni bir tanesi var. İyi insan olabilir ama ben bu kadar gerzeğini az gördüm. Ve tabii en bombası dünyanın ne kadar küçük olduğu gerçeğinin bir sonucu olarak eğer az kalsın büyük bir salaklıkla Dame de Sion'a gitmiş olsaydım muhtemelen sınıf arkadaşı olacağım oluşu. Kabus. Ama tamam iyiymiş duyduk ettik ama bu "ağır salak" olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Nasıl bir söylemdir şu: " ben şimdi çok etkilendim. gerçekten. siz etkilenmediniz mi? cidden bu işler burada mı yapılıyor? inanamıyorumm. nasıl yani? is it for real? ". Evet aynen böyle söyledi bugünkü toplantıda esmer tenine sarışın olup da tekrardan esmerliğe dönen burnunun estetiği estetik bir görüntüden uzak olan.
Umarım dışarda görmem, umarım ortak tanıdıklarımın yanında dışarda görüp de konuşmak zorunda kalmam, umarım bana gelip de "aaa sen de bizdenmişsin ortak arkadaşlarımız var aynı yaşta aynı okullardanmışız" gibi bir muhabbet açmaz. Tamam iyi kız filan ama bu kadar salak olacağını hiç beklemiyordum. Öğrenmiş oldum. Her gün yeni bir eğlence yeni bir vak'a. Bir de 1 cümle etrafına 5 cümle ingilizce konuşuşu var ki ... Ha bir de resimlerini gördüm...Aman yarabbim gerçekten de "tahsil cehaleti alır eşeklik baki kalır" sözü ne kadar da doğruymuş. Ne yazık ki burada eşekliğin baki kaldığı gibi tahsil de cehaleti alamamış...

Tuesday, December 22, 2009

İçimizdeki narsistler, # 2

Bazen düşündüklerimin olmasından, epey önce keşfettiklerimin popülarize olmasından yahut kişiler hakkında öngördüklerimin bir gün er veya geç ortaya çıkmasından ve benim bunu görüyor olmamdan keyif almadığımı söylesem yalan olur.

Pazar günü Radikal'de "babasız toplum" başlığı altında, "narsistlere" değinilmiş. Okurken yüzüme tebessüm yapıştı sonra sonra yine içimizdeki narsistlere rastlayınca sadece bakmakla yetindim.
Ancak gerçekten sürekli kendisini pohpohlayan, etrafındaki herkesin onun sözünü dinlediğini sanan ve aslında gerçek olmayıp kendisinin yarattığı ideal bir hayal krallığında yaşayan ama içinde tamamen yanlış olan adamlardan o kadar sıkılıyorum ki. Ya biraz da aynaya bakmak, kendi hayatının gerçeğine bakmak lazım çünkü bu hal çok ama çok sıkıcı. Kimse sonsuza kadar kral kalmaz ki.

ve tabii her zaman içimizdeki irlandalılar ...

Saturday, December 19, 2009

Motto # 10- forever cantona!



eric cantona
- "
my best moment? I have a lot of good moments but the one I prefer it when I kicked the hooligan".
- when the seagulls follow the trawler, it is because they think sardines will be thrown into the sea.
- I'm not a man, I'm CANTONA!



Looking for Eric 'e F.A. ile beraber gidecektik ki kendisinin beklenmedik bypass'ı söz konusu oldu ve tam da o günler hastanedeki günlerimizdi. Geçti gitti o günler yine "şahane hayatımız var" günleri geri geldi. Dün gece beraber seyrettik ve bir kez daha hayran olduk Cantona'ya.-hoş ben hep hayranım kendisine. ayrıca polo tişörtünün yakaları kalkık karşı cinse de keza benzer bir hayranlık duyuyorum. belki sebebi cantona'dır.
ken loach & eric cantona- "looking for eric"

Friday, December 18, 2009

'70lerin sonu '80lerin başı

'70lerin sonu '80lerin başı, bayağı bir New York sokakları. Hip hop'un ilk günleri, Bronx, Queens, The Bridge is Over... Kaset walkman filan derken bir resmim var Bodrum Ortakent'te çekilmiş 1986 yazında (çünkü meksika'daki dünya kupası maçlarını televizyondan seyrettiğimizi hatırlıyorum) kulağımda şu Sony walkman üzerimde baskılı Snoopy ve ismimin yazılı tişört uzun saçlı kız çocuğu halindeyim. Ama ciddi kız çocuğu. Dışarda yağmur, yerler çamur, eski günleri anımsayan çok romantik bir insanım...aynı zamanda bir o kadar laubali.

Thursday, December 17, 2009

Gelmeyen top mu, fenerli mi?

cavit, sb sıra arkadaşı b.i, sp günleri sınıf arkadaşı e., eğlence, pöti hediyeler, yeni rakının yenisi, çiroz - tabaklarca yiyebilirim-, elbette ahtapot, elbette küçük köfteler, elbette ev yapımı müthiş acı hardal, elbette "ya ben biraz eve hardal alayım mı şöyle küçük çay bardağına koyarsınız yine", elbette dedikodu, elbette eski günlerin dalgası, elbette b.i. ile fantastik "cinsiyetsiz seviyesiz" ilişkimiz, elbette "evlen düğünde sana inci, sana da yüzlüklerden atkı takacağım", " eğer düğünümde ceketini beline kravatı da kafana takıp dans edecek kadar sarhoş olmazsan eğlenmezsen zaten gelme", elbette komik konular, elbette garip konular ve elbette "şahane hayatımız var" birlikteliği, fantastik dostluğu...

p.s. refik artık eski refik değilken, yakup zaten adi ve pisken civarda gidilecek tek meyhane cavit'tir. yazık c.d. filan yakup'a gidiyor, iyi de para kazandırıyor, yazın karşılıklı oturuyoruz kadeh kaldırıyoruz ama ben söyleyeyim yakup denilen adam meyhanecilikten filan anlamaz, her şeyi amcaoğlu refik'ten öğrenmiş ama kurduğu meyhane imparatorluğu üzerindeki hakkını layığıyla geri ödememiştir. ne amcasına ne de başkasına. amcasını karısı öldükten sonra yapayalnız bırakmış, yıllarca yarenlik ettiği dostum dediği esnaf dostunu kötü gününde yalnız bırakmış bir adamdır. şahsen de sevmem. a. ailesi olarak da sevmeyiz. j.a. yıllarca refik'e gidip adımını atmış değildir, hatta net ifade ile "yılık" der kendisi için. "yılık" adam da, kadın da, esnaf da hiç çekilmez, hele yılık meyhaneci uzağımda dursun.

p.s. (2) "gelmeyen top mu fenerli mi" cümlesine -eğer becerebilirlerse- gereksizler takımı yorum yapmasın. anotherstar, b.i, e. arasında bir hadise; çoğalmaya gerek yok, yapışmaya ise hiç gerek yok.

p.s. (3) dizilerdeki özlü sözlere takık olan ben değilmişim. takıkmışız ama üçümüz de dizileri pek seyretmediğimiz için konuya tam vakıf olamasak da birkaç cümle bize bütün gece yetti.
"erkek adam gülmez, güldürür" veya "erkek adam özlemez, özlenir" cümleleri ve kurtlar vadisi erkek kültürü bence epey düşündürücü. bunları seyreden bir sürü küçük çocuk var ve ne yazık ki öğrendikleri kıpırdamayan tepki vermeyen gülmeyen duygularını göstermeyen, gülmenin duygusallığın yakışıksız olduğunu dile getiren erkek figürü oluyor . bravo. ilerisi açık bu ülkenin-cidden.
"ezel" dizisi'ndeki kutsal dayı özlü sözlerini hatırlayamadık ama cansu dere'nin gözlerini devire devire söyledikleri ... aman yarabbim. bir kız böyle şeyler söyler mi diye düşündük ama galiba diyorlar. misal gözlerini devirerek büyüterek hayranlıkla erkeğe bakan cansu dere karakteri - "bir şey söyleeee. ama hadi güzel bir şey söyle...ama hayal kurmak da mı yasak? peki düşüncelerinle yalnız kaldığın o yerde ben deeee var mıyımmm???"
kimse kusura bakmasın ama bu tarz laflarla kadınlar "aptal" ve "erkeğe bağımlı" gösteriliyor ve yine bir sürü küçük kız çocuğu bu kızlara özenip onlar gibi konuşuyorlar, bu "ben de var mıyummm orada" gibi "dependant" bir anlayışı öğreniyorlar. birey olmak yerine. hoş zaten adamların çoğunun da istediği bu değil mi? bravo. ilerisi açık bu ülkenin-cidden.

Tuesday, December 15, 2009

Evet, gerçek!




Bu aslında biraz kişiye özel bir post.

yes bebeğim, gerçek bir insan kendisi. hayır, yabancı değil. bence de insan boşu boşuna mrs. robinson olmuyor, sana gönderdiklerimden sonra herhalde beni daha iyi anlamışsındır. evet, insan soluksuz ve yorumsuz kalıyor, kesinlikle katılıyorum. I heart him. deeply...

Monday, December 14, 2009

İçimizdeki narsistler

Kendini biraz beğenene, biraz olsun aynaya fazla bakana, büyük ölçüde kendisi ile barışık olana hemen "narsist" etiketi yapıştılır. Oysa narsistlik bu kadar basit ve tehlikesiz bir ruh hali, kavram değil.
İşin daha ciddi daha vahim tarafı "içimizdeki narsistler"de ortaya çıkıyor. Bunlar böyle dışardan bakınca uyumlu, öyle dünya güzeli değil ama bir şekil tutturmuş, mütevazi yaşıyor gibi gözüküyor ama içten dışarı çıkmayı bekleyen bir narsist var. O kadar ki hiç kendisine veya karşısındakine dahi bakmadan dünyanın kendi etraflarında döndüklerini sanıp her şeyi kendi üzerlerine alıp bir de bunun üzerinden fantastik yorumlar yapabiliyorlar (hele yorum kısmı çok ilginç çünkü bu içimizdeki narsistler karşısındakini çok iyi tanıdığını, onu çoktan çözmüş durumda olduğunu iddaa ettiği için öyle beklenmedik psikolojik ve sosyolojik yorumlar gelebiliyor ki "peki" demek en iyi cevap oluyor). Çok ilginç olabiliyor insanoğlu. Hayır, merak ediyorum bu egolar ne zaman bu kadar şişti? Hayır biliyorum ben it ve kötü görüntümden kaybediyorum. Kahpe kader ya! Bir şu Sistine Madonna'sı gibi olamadım ki içimde planladığım tüm oyunları masum yüzümle kapatayım, herkesi inandırayım, hatta ağlayayım gözlerimden akan gözyaşları gözlerimin renginde aksın.

whatever...

P.S. sabah sabah boşuna yorum yapıp, kendin söyleyip kendin inandın. aynen kendin pişirip kendin yediğin gibi. yani her zamanki gibi. olmayana inanma halin. c'est bien classique, quoi. ama ben içimizdeki narsistleri değil, içimizdeki irlandalıları seviyorum. forever.

Sunday, December 13, 2009

...

" not everyhing is what it seems "

Hala gülüyorum. Hem de kıçımla. Olmayanların olmuş gibi yapanlarına, elde yokken varmış gibi gösterenlere. Ha bir de söylediklerinin çok mühim olduğunu sanıp sürekli etrafındakilerce dinlendiklerini sananlara. balon. top. whatever. ikisi de patlıyor zamanı gelince.

Saturday, December 12, 2009

gece (çıkmadan önce) # 9

aslında üşeniyorum, aslında hava soğuk, aslında sadece soğuk da değil yağmurlu, aslında çıkmaktansa yayılmayı - topluca da olabilir- tercih edebilirim, aslında yeni aldıklarımı terziden alamadığım ve bu gece giyemececeğim için mutsuzum, aslında yağmurlu havada giyinmek çok sıkıcı, aslında yağmuru sevmiyorum kış soğuğu güzel ama bahar da güzel, aslında deli gibi üşeniyorum ama sevdiklerini kırmamalı insan, yemeğe çağırdılarsa gitmeli, aslında giyinmeli ve çıkmalıyım ve aslında lindsay lohan'ı beğenmem ama yakası kalkık ceketi güzel, ellerinin kemikliliği ve elindeki sigarası güzel, aslında şimdiden geç kaldım kesin trafik vardır etiler'de...

Sabahtan beri aklımdaki tek erkek : prince

Hiç tartışmayacağım, hele müzik bilgisi limité olanları zaten eliyorum.Ve bu kesinlikle söylüyorum ki Prince pop müzik tarihinin sayılı dahi isimlerindendir, efsanedir (ama"dayı" gibi özlü sözleri yok galiba ağır abi tadında takılsın).



Baby, baby, baby
What's it gonna be
Baby, baby, baby
Is it him or is it me?
Don't make me waste my time
Don't make me lose my mind baby

Baby, baby, baby
Can't u stay with me tonight
Oh baby, baby, baby
Don't my kisses please u right
U were so hard 2 find
The beautiful ones, they hurt u everytime

Paint a perfect picture
Bring 2 life a vision in one's mind
The beautiful ones
Always smash the picture
Always everytime

If I told u baby
That I was in love with u
Oh baby, baby, baby
If we got married
Would that be cool?

U make me so confused
The beautiful ones
U always seem 2 lose

Baby, baby,
Baby, baby,
Baby, baby,
Baby,
What's it gonna be baby?

Do u want him?
Or do u want me?
Cause I want u
Said I want u
Tell me, babe
Do u want me?
I gotta know, I gotta know
Do u want me?
Baby, baby, baby
Listen 2 me
I may not know where I'm going (babe)
I said I may not know what I need
One thing, one thing's 4 certain baby
I know what I want, yeah
and if it please u baby
please u, baby
I'm begging down on my knees
I want u
Yes I do
Baby, baby, baby, baby
I want you

Yes I do

Cumadan cumartesi kayan eğlence

Sıkıcı hava, sıkıcı sabah, sıkıcı yağmur yağdı yağacak görüntüsü derken keşke soğuk kar yağışlı ama yağmursuz ( ve "buzsuz". ne kadar güldük geçen gece m. ile oje'yi görüp "buzsuz" hadisesini hatırladığımızda. hey yarabbim, karşı cins resmen fantastik bir yaratık, akıl sır ermiyor) olsa diye düşünsek de uzun zamandır gerçekleşmeyen beautiful people'lı eğlence belki yağmurlu sabahın eğlence güneşi olur -sanat güneşi olamayacağına göre-.İşte moda takipçisi türk kadının en sevdiği tasarımcılardan; Donna Karan. Ne kendisini ne de CK 'ı sevmediğimi yüz kere söylemişimdir ama dükkan benim olduğu için yineleceğim: I don't like her, 'em. Tasarımlarını vs beğenmediğim gibi ilerleyen yaşına rağmen hala şu Flashdance ile Fame karışımı kıyafetlerle sokaklara çıkmasını anlayamıyorum. Ya bırak biz giyelim omzumuzdan dökülen bluzlar tozluklar ama ellisini geçkinler lütfen dursun artık ve yaşlarının idrakine varsınlar. Kendisinin kendisine benzeyen hadi daha bir kolay tutunabilecek fiziğe sahip kızı var misal o giysin ama lütfen La Donna e Mobile Donna Karan giymesin. Üşenmedim baktım değil elli, altmışında kendisi. Acilen stop DKNY!

İşte ikinci bir 50'lik bombası daha. Madonna. Hepimiz kendisine hayranız, ona özeniyoruz, pilates yapmak sıkılaşmak istiyoruz ama gidişatını korktucu buluyorum. Yüzünün gerginliği itici boyutlarda, kollarının çirkinliği felaket vaziyette ve 20lik delikanlılar peşinde koşması ne yazık ki hiç inandırıcı gelmiyor. Kendisi erkeklere değil de genelde eşcinsellere "güzel ve çekici" gelen bir fiziğe sahip. Gün olmasın ki geylerden Madonna resimleri ile bezeli mailler gelmesin. O durmaksızın ter atma, manyaklar gibi spor yapma, gram yağ olmama haline hayranlar herhalde diye düşünüyorum. Yukardaki resmin devamı ve enjekte edilmiş yüzünün kırmız ruj ile kırışmış hali vardı ama istemedim o halini sayfamda.

İngiltere'de bakan filan olsam kesin bazı celebriti tayfasını tımarhaneye kapatırdım. İlk sırayı da antipatik ve içimizdekilerden olmayan irlandalı Bob Geldof ve kızları alırdı. Iyyk! Sürünün üyelerinden biri sağdaki gri saçlı. Hem çirkin hem de zevksiz. Soldaki de kraliyet prenseslerinden biri. Zamanında Diana'nın zarafetinden sonra aileye gelin gelip de acımasızca Ms. Piggy diye dalga geçilen Sarah Ferguson'nın kızı. Hoş bence. Doğal kızıl, çilli. Hele yanındaki gibilerle yanyana gelince açık ara geçer gider.
En sevdiğim, tarzına hayran olduğum insan, W.A.G. dünyasının taçsız "ana kraliçesi" Victoria Beckham ve Kate Moss. Aslında W.A.G. mother queen'nin tahammülümü zorlayan ten renginden söz ederdim -ki bu konuda ırkçıyım, biliyorum- ama yorulmak istemiyorum sadece her zamanki gibi zorlama ve çirkin demekle yetineceğim. Fakat Kate Moss her zamanki kool halinden sanki bir çöküşe doğru gidiyor gibi. Referans veya PR olarak değil ama fiziksel olarak sürekli bir Last Night Party sitesindeki gibi yaşam tarzı artık vücudunda ama asıl yüzünde etkisini göstermeye başlamış. Yılların yorgunluğu artık yüzünden okunuyor. Çökmesi bence yakındır. Keşke çökmese ama çekirge işte bir , iki diye sıçrıyor. Üzerindeki kötü ama yabancıların giyinip çıkıp "içim gözüküyor mu" diye düşünmeme hallerine hayranım.
Muhtemelen herkesin beğendiği ama benim her zamanki gibi sıradan bulduğum rus manken Natalia bir şey. Kendisi fakir ama güzel olanların güzellikleri ile bir yerlere gidebileceğinin göstergesi. Az şey değil küçük bir köy pazarında meyve satarken Londra'nın köklü ailesine gelin gidip de Christofle'ları kullanmak. Ama işte insan her şeye olduğu gibi lükse de alışıyor. Normalde çok kötü giyindiğini düşünürüm ama burada elbisesinin renklerini değil de modelini beğendim. Kendiliğinden yakası düşüyor. Fakat o renkler nedir ya? Fütüristik hologramlar gibi yanar döner. Tanımam etmem ama giyinebilen böyle giyinsin. Ayakkabılar hariç! Şimdi ben bunun içine bu kız gibi "incecik" olarak girebilseydim tabii takıp takıştırır bling bling olurdum. Mesela kolda altın roleks boyunda zincirler harikulade olurdu, kıyafet de gayet siyah gayet oğlan çocuğundan hallice, yani forever kool. Şimdi düşündüm de akşam böyle mi giyinsem?Elbise güzel, elbisenin göğüs açıklığı şahane, Eva zaten güzel, saçlarının boyu da taranması da tamamdır, bu post'un tek bir kadını vardır o da Eva. Yağmur mağmur ama ben gidip bir Anna Wintour olayım; hoş artık upuzun saçlarımla nasıl olacaksam...

Friday, December 11, 2009

Genel "motto" hali

Türk insanı televizyon dizileri sayesinde özlü sözleri keşfetti. Hoş, Kurtlar Vadisi furyasında kendisine rol modeller edinip yeni kuşaklara parlalk gri takımlar içerisinde az gülen az konuşan "iyi aile kızını"seven ama adam öldürmekten çekinmeyen harikulade mafyozo tiplemeler ve onların özlü sözlerini bıraktılar ama bitti galiba o dizi de. Ancak bugünün modası Ezel dizisiymiş. Elbette her zamanki gibi bilmiyorum ve işin doğrusu bilmeyi de pek istemiyorum ama sosyolojik olarak ilgimi çekiyor- maitrise de socio.- forever socio.
Manasız yağmurdan çıkmaya üşendiğim üşüdüğüm bu gece dizinin tekrarına bir yerinde denk geldim. kim kimdir, hikaye nedir, ezel'in olayı nedir, cansu dere ne iştir vs hiç bilmiyorum ama tuncel kurtiz ve canlandırdığı karakter var; gerisi bence gereksiz. Daha doğrusu benim için gereksiz, neymiş diye merak ediyordum gördüm tamamdır kafi, bundan sonrası fazla gelir bana.
Kendisini, oyunculuğunun muhteşemliğini, role bürünüşünü zaten geçiyorum ve özlü sözlere geliyorum. Oynadığı "dayı" karakteri toplumun yeni kahramanıdır, tanıştıralım. Public enemy gibi gözüken public hero: ağır "dayı", özlü sözlerin piri "dayı", öldürse de aslında seven "dayı", severse sevdiğinin yüreğini sevgisinden yere atabilen "dayı", her şeyi bilen ama bilgisi ile karşısındaki kaşınmadıkça ezmeyen dayı, racon bildiği için yaşı da olsa karşısındakinin toyluğunu olgunlukla karşılayabilecek "dayı" ve elbette ağzında çıkan her sözle istisnasız herkesi etkileyebilen "dayı". Bugünlerde kız erkek herkes kendisini "dayı" ile özdeşletiriyor. Harvard'lı çocuğun arka bahçesinde profil resmini "dayı" yapan kızlardan, adına ve sözlerine hayran sayfaları hazırlayan çocuklara, haftalık programını ona göre yapanlara kadar her kesimden her yaş grubundan eğitim seviyesinden herkes bir "dayı" fenomeni altında.
Derinlemesine yorumlardım ama elimdeki veriler eksik ve diziyi daha fazla seyretmeye Tuncel Kurtiz'in oyunculuğuna rağmen dayanabileceğimi sanmıyorum. Fakat kısa yorumum türk toplumunun çok ağır şekilde ödipus ve elektra kompleksi altında ezilmesi ve bu yüzden kendisi ile özdeşleştirebileceği halktan kahramanlara aidiyet beslemesi (her iki kavram da ana britannica'da mevcut. eğer evde ansiklopedi yoksa google'a yazıldığında illa ki bir şey çıkar)...

Saygı

Hiç öyle arabesk vari duygusallıklar yaşayan, acımayı seven ve acınmaktan hoşlanan insan değilimdir. Şark geleneğinde yaşadığımız üzere "vah vah" diye kaderine ağlayanlar, kaderini sürekli "ölücem haberin yok" diye karşısındakinin gözüne sokmaya çalışanlar bana zaten gelmez. ANCAK hayatta koşulsuz saygı duyduğum tek meslek grubu vardır; maden işçiliği. İşçiymiş, çöpçüymüş, sabahlara kadar çalışan gazeteciymiş, kurşunlar arasında koşuşan savaş muhabiriymiş, reklamcıymış, Çemişgezek'e bağlı uzaklarda bir yerde karlarla kaplı bir köyde öğretmenmiş, doktormuş, vs hiç ama hiç ilgilenmiyorum. Herkes bir şekilde bir yerde takdir ediliyordur, saygı görüyordur, kendince büyük küçük başarılara imza atıyordur yaşadığı ağır çalışma şartlarını bir şekilde psikolojik olarak hafifletiyordur.

Ama maden işçisi bütün bunların dışında. Ay sonunda kazanılacak beş kuruş para için yerin altında karanlığın içinde nefes alamadan güneşi göremeden geçen saatler doldurulan vardiyalar ve yine karanlığın içinde nefes alamadan yitip giden hayatlar. O yüzden maden işçisine benim saygım koşulsuz ve sonsuzdur.

O kadar üzüldüm ki dün geceki patlamaya kapatırım ben dükkanı bugün. Oysa biliyorum, glamour geri gelmişti, ben zaten anotherstar olarak parlıyordum, beautiful people eğlenmiş resimleri sayfalara düşmüş ve cuma eğlencesi başlamıştı. Ama yapmam. Yapamam. İçim kaldırmaz. Kaldıranı da ben kaldıramam hatta döverim.

Kürkleri çıkardık, # 2


bendeki prosecco ve devamındaki 11:11 gecesinden sonra nişantaşı, eski günlerin arkadaşı a., etnomusiko d., pek sevgili alsacien b. 'nin yemek buluşması ve yine keyif yine dedikodu yine eğlence yine şaklabanlık... elbette biricik şehrim strasbourg'dan gelen crémant (şampanya bölgesi dışında üretilen köpüklü şaraplara şampanya denemez), önümüzdeki günlere yine randevu, sonrasında aynı gece düğüne gidileceğinin planı, biraz shuffle, biraz tupac (big up), minik atıştırmalıklar, hafif tatlı, eski evin yeni hali hatta "new yorker olmuş bu ev" hali derken geip giden keyifli bir gece daha.

p.s. bu gece son değildi, eylemlerimiz devam edecek. işin daha da güzeli bu hayat öyle veya böyle bir şekilde devam edecek. o yüzden hırsla beni hate list'ine eklemiş olanlar daha da hırslanabilir okudukça delirmeye devam edebilir ya da gece kafalarını yastığa koyduklarında bunalıma girebilirler; bence mahsuru yok. ha, bu arada "bravo" . evet, gördüm. fark ettim. anladığım kadarıyla benden bir adım öteye işemeye çalışmışsın
. tebrikler, çok başarılı da, pardon yaş kaç? 5 diye tahmin ediyorum ama belki zorlarsan 7'ye ulaşabilirsin. fark ettiğimde, arkadaşının oyuncağını kıskanan 5 yaşındaki hırslı oğlan çocuğu hareketinin epey gerzek ve ezik olduğunu düşündüğümü de buradan söyler, gözlerinden öperim.

Thursday, December 10, 2009

Motto # 9


"friendship... is not something you learn in school. but if you haven't learned the meaning of friendship, you really haven't learned anything". -muhammad ali
*
"It's hard to be humble, when you're as great as I am"- muhammad ali
*
"Silence is golden when you can't think of a good answer". - muhammad ali

Monday, December 7, 2009

P.S. 4

Bence Ece Hanım- Ece Vahapoğlu- kendisini çok şanslı hissetmeli. Neden mi? Bu kadar kool bir blogda adının geçmesine, kendisinden bahsedilmesine ve tabii güzeller güzeli fiziğine yer verildiği için (bir nevi ikinci bir şirin sever vakası kendisi).
Kendisinin bombası dün gece olmuş ama ben televizyondaki bazı programlardan dizilerden uzak durduğum için ancak bugün youtube'da seyrettim. Ve - pardonnez-moi- kıçımla güldüm. Zamanında yazmışım mesajların yeşil ışıkla bildirildiği yerde kendisi hakkında, öngörülerimin doğru çıkmış olmasından ayrıca keyif aldım, ne yalan söyleyeyim.

Güzeller güzeli esmer neredeyse zenci teninin üzerine saçlarını sapsarı boyayıp diplerindeki siyahları bırakan 5 dil bilen, 5,5 yaşında okula başlayan her daim birincilikle sınıflarını geçen, kendini pazarlama ustası Ece Vahapoğlu meğer o 5 dili sadece kağıt üzerinde konuşup, sohbet anında da "bebek gibi konuşan" kız gibi sesler çıkartıyormuş. Hani insan bazen başkası adına utanır ya, resmen seyrederken hissiyatım utanma oldu. Elbette konuşmak zorunda bilmek zorunda değil, kime ne. Ancak sen varlığını bunun üzerine kurarsan senin de foyanı çıkartırlar.

Ben hiçbir zaman iyi öğrenci olmadım, hep haylazdım, hep ikmale kaldım, J.A. veli toplantısına gelmekten 2eme'den sonra vazgeçti çünkü hep "kızınız çok akıllı ama çok yaramaz hiç ders çalışmıyor hep arkada oturup arkadaşları ile konuşuyor" cümlesini duydu, hiç 1.likle bitirdiğim okulum olmadı aksine Saint Benoit'dan disiplin kredisi ile mezun oldum yoksa yaz okuluna kalmak zorundaydım. Ama yine de gittiğim üniversite Amerikan Roma, Paris, Girne Üniversitesi olmadı (buradan söylerdim havalı okulumu ama her şey ortaya çıkar diye yazmıyorum, bir de sen üzülürsün ece!), abuk subuk kitaplar yazıp özgeçmişimi içine yapıştrmıyorum. Hadi bütün bunların hepsini geçtim; 5 dilmiş, üniversiteymiş, peki hepsi palavra geçtim onları. En azından yalan söylemiyorum. Yalan üzerine bir hayat kurmuyorum. Seçtiğim beautiful loser hayatımı yaşıyorum.

Hadi Ececiğim, geçmiş olsun sana (tu veux que je dise en français?). Ama çok dert etme, Türkiye'desin, benim için, benim dile getirdiğim kavram olarak belki varoşsun (gerçek alt kültüre saygılıyız ama, lütfen) ama Türk milleti umursamaz bunları, sever seni yine. Sen de affetmek fiilinin pardonner olduğunu artık öğrenirsin, türk milleti ile karşılıklı pardonner ederdesiniz birbirinizi. Hani réciproque olarak. Hoş Nazlı Ilıcak Ablan bile teessüf etmiş twitter'da sana "pardonner" mevzusunda ama yapacak bir şey yok, yorgunmuşsun. Ben de bazen üniversitede aldığım yunancayı sonrasında da ispanyolcayı söylüyorum ama yani, o kadar, işi büyütmüyorum. Peki tamam kazandın, benim de bir yalanım var cv'imde. Muhteşem photoshop kullandığımı söylüyorum ve tabii beni bilenlerin yakinen bildiği (hatta bunu öğrendiklerinde kıçlarıyla güldüğü) gibi bu doğru değil. Yapacak bir şey yok, je suis fleur de mal.

Şu kadar satırı sana yazdım, beyaz pamuk ellerim yoruldu yani bayağı şanslısın ama kötü haberim var. Meğer benden bir yaş küçükmüşsün, '78liymişsin ama ben 18 yaş büyük gibi duruyorsun. Koyu renk saçlarınla bir nebze olsun daha zarif durmuşsun. Sarışın hallerin ne yazık ki Napoli'li Donatelle Versace'den hallice demek durumundayım.

Sunday, December 6, 2009

Never on sunday: arınmak

Hayatta en tahammül edemediğim hadiselerdendir: arınmak, enerji almak, enerji vermek, detoks, "ışığım var benim", "auran ne kadar yükseeeek", "feng shui hayatımı değiştirdi; herkesi ve her şeyi seviyorum", "bütün canlıların bu hayatta bulunması için bir sebebi var o yüzden tüm canlıları seviyorum"... Gerçekten de tahammülümü zorlayan laflar bunlar. Ayrıca hiç öyle börtü böcek canım cicim ifadeli kızlardan değilim ama galiba -ne yazık ki- arınmaya ihtiyacım var. E işte kurt kocayınca böyle oluyormuş... Hem zaten fiziksel olarak arınma kolay da ruhsal arınma biraz daha zor. Ağırlığın altında eziliyorum sanki. Bazen. Dün. Bugün. İki gün önce (ama cuma gündüz değil). Teker teker bir bir atsam cebimdeki taşlarımı arınıp yine hafifleyeceğim, itliğime, koolluğuma geri döneceğim.

whatever...

P.S. su içmek arınmanın en güzel yoluymuş. şahane! su zaten en sevdiğim içecek (herhalde kola içmeyeli epey oluyor) ama ikinci sırada şampanya geliyor. acaba şampanyalı bir arınma mümkün mü?

P.S.(2) sofia coppola'yı sevmem ama "lost in translation" güzel film bence. keza virgin suicides da. resimler japonya'da kalakalan scarlett johanson'nın. kendisini harikulade buluyorum, yapacak bir şey yok. P.S.(3) gerçekten bu blog bazen 13 yaşındaki ergen oğlan blogu haline dönüşüyor ya, kendime hem çok gülüyorum hem de hayranlığım artıyor. bravo yani! arınma arınma deyip sonunda güzel bir "kıç" resmi ile bitirdim ya, cidden şahane gel-gitli bir ruh halim var.

Friday, December 4, 2009

Cuma motto'su


Benjamin: For god's sake, Mrs. Robinson. Here we are. You got me into your house. You give me a drink. You... put on music. Now you start opening up your personal life to me and tell me your husband won't be home for hours.
Mrs. Robinson: So?
Benjamin: Mrs. Robinson, you're trying to seduce me.
Mrs. Robinson: Hahahah!

Benjamin: Aren't you?

*

Benjamin: Where did you do it?
Mrs. Robinson: In his car.
Benjamin: What kind of car was it?
Mrs. Robinson: Come on now.
Benjamin: No, I really want to know.
Mrs. Robinson: A Ford.
Benjamin: Goddamn, that's great. So old Elaine Robinson got started in a Ford.

Asıl motto- kadim dostum Sekvotka'dan: "ebabil kuşları gözlerini oyacak". Neyse ki kendisi de yanımda olacağından yalnız olmayacağım.

Cuma mutluluğu

Aslında her şey ne kadar da beklenen ne kadar alışılmış gidiyordu ve ben yüreğim kadar temiz blog sayfama her daim cuma eğlencesini yazacaktım ki ... Yine bana geri dönen forever kool halime bir de daimi itlik eklenince yüzümde tebessüm öyle oturuyorum. Neden mi? Kadim dostum Sekvotka'nın dediği gibi " cehennemde ebabil kuşları gözlerimi oyacak". Öyle bir şey yani!

Thursday, December 3, 2009

Sanki "2" gibi ama "3" de olur hatta bunun da iki katı olur

Aslında o kadar da uzun zaman geçmemiş. Ne ki? Sadece iki yıl. Hadi tamam iki yıl birkaç ay daha diyelim olsun. Dönüp bakınca insan sanki beş yıl geçmiş gibi geliyor. Amma çok şey yaşanmış ... Benim onun bizim hepimizin hayatında sanki hiçbir şey aynı devam etmemiş. Değişen mekanlar, değişen işler, değişen evler, değişen sevgililer, değişen ilişkiler, değişen sıfatlar, değişen beklentiler, değişen yaşamlar, değişen bluzler, değişen saçlar, değişen duvarlar, değişen sesler, değişen duygular, değişen tatlar, değişen kokular...yani her şey bir şekilde öyle veya böyle değişiyor; aynı suda iki kere yıkanılmaz. Daha geçen gece-el clasico- M. ile "hadi canım 2 yıl geçmemiştir, ne kadar çok şey yaşanmış, sanki daha uzun zaman olmuş gibi. sadece iki yıl mı?" diye konuşuyorduk şaşkınlık içerisinde.

Ha, baki kalan birkaç şey var. Ama sadece birkaç tane. Onlar da söylenmemiş şekli ile kalsın, devam etsin.

Wednesday, December 2, 2009

İhtiyacım olan-right here right now

Bazı konularda hiç girly kızlardan değilimdir. Öyle romantik ortamlar sevmem, şiir sevmem, mum ışığında yemek sevmem, evde mum veya tütsü yakılmasından hazzetmem ya da banyoda mumlu köpüklü romantik banyoları almayayım, hele hele evinin her tarafında mumlar olan bir yerde olmaktan hiç hoşlanmam. Kısacası artık bu yaşta girly bir kız olsam da girly duygularım pek yoktur. Ama şu anda bugünün ardından tek istediğim köpük banyosu. Ciddiyim. Yerlere kadar taşsın bile istiyorum o köpükler...

Tuesday, December 1, 2009

P.S. 3 ve "as if you read my mind"

1 Aralık bugün. Her şey sanki o içimdeki forever kool haline dönmüş gibi. Bir hafif hissiyat ile gayet keyifliyim. Sabah kalkınca Fransa'dayken aralık ayının ilk günlerinin ne denli heyecanlı olduğunu düşündüm. Noel yaklaşırdı tatil yaklaşırdı ve buraya geliş için hazırlıklar başlardı. Gelince de yine aynı hengame; her gece alem, her gece yemek derken 15 gün geçip giderdi. Ama belki de en güzeli eve ilk geldiğim gün herkesin evde olması, J.A.'nın sadece benim istediğim yemekleri hazırlatmış olmasıydı. Herkes derken cidden herkes...R., Sekvotka, Rey, İ., B.Ü. ve tabii ablası, E., o akşam bizde olurdu ve o tatil boyunca o evde yaşanırdı. Şahane geçerdi günler, geceler. Ama bence hala "şahane hayatımız var".- nasıl beğendin mi kaşkolunu?

whatever ...

Dün tesadüfen hiç beklenmedik yerde Hotter Than July albümünün plağını buldum, hemen aldım ve tabii sadece onu dinliyorum. Stevie Wonder 'ı 80 sonrası dinlemediğim için benim için sınır çizgide kalan bir albüm bu. Ama belli ki fazla uzun kalmış itibar etmemişim çünkü albüm şahane! As if you read my mind ise daha da bir harikulade. Ne düşündüğümü okuyup hissedip harekete geçen insana hayranım ama beni çok iyi tanıdığını aklımdan neyin geçtiğini sanıp kendince böbürlenene ise ayrıca uyuzum.

Geçen gece halis be halis prosecco kadehleri esnasında blogdan bahsettiğim D.P. dün telefonda "buldum senin bloğu, günlerdir de okuyorum, çok gülüyorum, müzik de dinliyorum" dedi. O halde biraz daha dinlesin, o da sever Stevie'yi, benden daha da br etnomüziko bir insandır. Değil mi genç? As if you read my mind..

Ayrıca şu sıralar NYC'de olup elinde sipariş listemle dolaşan D. a.k.a. Louboutin de beynimi hissiyatımı okuyanlardandır. Evet ciddi "şoktayım".


As if You Read My Mind - Stevie Wonder