Memory Lane değil de eskinin yeniye adaptasyonu olarak geçen günlerin haftaların ayların hatta yılların ardından gelen minik kıpırtılar, mutluluklar, keyifler, gururlar deyip cuma akşamı J.A. & F.A.'nın herhalde artık 50 yıllık dostları Gülsün Karamustafa'nın Hollanda Konsolosluğu'ndaki ödül töreni, insanın arkadaşları dostları ile gurur duymasının mutluluğu, keyfi, içilenler, yenilenler, konuşulanlar, hatırlananlar deyip sıcak cumadan soğuk cumartesi gününe geçiş, hava değişikliğinin yoruculuğu, nihayetinde gidilen havalı ötesi mekan Alancha, "yani. olsa da olur olmasa da olur" mekan, kokteyl sevenler mekanı, elektrikli araba ile kapıya servis eğlencesi, pazar günü, maç heyecanı (!) , Çirkin ama karizmatik erkek B.'de buluşma, kalabalık, kötü maç, kazandığımız maç, kazanmamızın hiçbir şey ifade etmediği, çirkinliklerin yaşandığı maç derken ortaya çıkan p.s.
P.S. Ne kadar ama ne kadar kötü bir maçtı... Ayrıca o kadar teknolojiye rağmen hala o kartlar hak eden hareketlere çıkmıyorsa, bebeğim cebinden çıkartıp da sıktığın o köpük sadece modernite gülünçlüğü olarak kalıyor.
P.S. (2) " Teşekkür ederim ". # 8 ile konuşurken gecenin yarısı konu konuyu açtı ve söylerken farkettim ki öyle zor durumdaki, zorluk içerisindeki birine yardım filan hariç ama sevdiğim, kaale aldığım kimseden yaptığım bir hoşluk, bir jest, verdiğim bir hediye, önerdiğim bir iş pozisyonu, tavsiyet ettiğim bir isim için hemen hemen hiç teşekkür duymamışım. Öyle bandolu davul zurnalı olmasına gerek yok ama yine de benden giden güzel ve keyifli hareketlere edilecek içten bir "teşekkür" benim semtime uğramamış. Bende sorun olduğu kesin de, etrafım da matah sayılmazmış. Hatta bayağı bir çirkinmiş. Neyse, çoktan miş'li geçmiş zaman olmuş zaten...
P.S. (3) Alancha...uzun yazardım ama üşeniyorum. Ama benlik değil çünkü müdavim mekanı değil. Michelin biraz zor, zaten Michelin rehberi de yok. Ben hala havalı yemek için Maya'da, Papermoon'da kalayım.
Geçtiğimiz yıl sadece iki tane wish list yazmış biri olarak 20 Mart itibariyle bir gelişme var demektir. Evet, bir sönükleşme, bütün Türkiye'nin ruhunda bir kararma, isteksizlik olduğu malum ama bitsin gitsin herkes kendi yolunda uzasın.
Gökyüzündeki bütün yıldızların gezegenlerin ay ve güneşin pek bir hareketli olduğu baharın ilk gününe yakışan bir wish list olsun...
Gerçekten de tam benlik. Uzun ama çok uzun zamandır bu kadar beni yansıtan bir ayakkabı görmemiştim. Ah Acne Studios bitirdin beni...Şu an ulaşmak istiyorum, o kadar güzel...
Doğumgünüm için Veronica'dan gelen bir Cézanne kitabının gönderildiği orta büyüklükte sarı zarfın üzerinde yazılıydı "coup de foudre" hikayesi. İsmini, oturduğu daireyi ve telefon numarasını silmiş olsa da zarfın üzerine uzun uzun beni gördüğünü, "flashé sur toi" olduğunu filan anlatıyordu. Gerçekten fantastikti. O dönemler kendi çapımda nihilist olduğum için değil tanımak varlığının dahi farkında olmadığım bir komşudan gelen bu hareket ile pek ilgilenmemiş, üzerine düşmemiştim ama çok eğlenceli bulmuştum. Bugünkü coolluğum olsaydı her şey belki daha da eğlenceli olurdu ama dediğim gibi kendimce nihilisttim, haliyle her şeyi reddediyordum.
Geçenlerde hiç beklemediğim bir anda vurdu beni Memory Lane. Hayır, Minnie Ripperton'nun Memory Lane ile değil, gayet korkunç 90'lar ve Morcheeba ve Blindfold ile. Aman Allah'ım! Bütün bir '98 yılı bahar mevsimim bunu dinleyerek geçti. Albüm kötüydü ve albümü değil de maxi aldığım için çok mutluydum ama şarkı bir şekilde şahaneydi. Tarifi zor bir hafiflik, bir rahatlık, bir tiril tiril hali vardı ve tam da o günlerin hissiyatına uyuyordu. Bahar gelmişti, kıyafetler hafiflemişti, hava soğuk kış mevsiminden sonra ılımanlaşmıştı, okul daha rahat daha estival bir havaya bürünmüştü filan.
İşte geçenlerde A.Ç. ile Karaköy mekanlarında oturmuşken muhtemelen '98'te yeni doğmuş bir garsonun çalıştığı mekanda çalmasıyla memory lane kapıları açılıverdi. Cidden bir anda Strasbourg'a gitmiş gibi oldum, Rue de l'Argonne, evim, sonraki evim, daha sonraki evim, okul, sokaklar, barlar, lokantalar, geceler, insanlar, o insanlardan hala hayatımda kalanlar filan derken epey bir garip beş altı dakika geçmiş oldu.
Ancak bitmedi.
Bambaşka bir yerde bambaşka bir insan ile bambaşka bir eylemin içerisinde iken yanıma gelen ve " siz şu değil misiniz, hani M.'nin arkadaşı, hani sadece kırmızı oje sürdüren?" sorusunu soran, kendisini hatırlamakta zorlandığım ama yine arka arkaya anıların aktığı dönemi ise hatırlamakta hiç zorlanmadığım an. Hemen M.'ye mesaj atıp sorduğumda ise elbette karşımdan "şok şok şok" tepkisi alırken yine "kaç yıl oldu" soruları dolaştı. 2008 Londra seyahati sonrasıydı. Burası bile ne kadar renkli, ne kadar leş, ne kadar komik, ne kadar hafifti. Evet, burası vardı, blog gayet yoğun çalışıyordu, işinde gücünde yazdıkça yazıyordu. Sahiden de neler yaşanmış, neler bitmiş, gerçekten de kimler gelmiş kimler gitmiş hayattan, hayatlardan ...
Açıkcası hiç öyle aynaya bakıp "ne kadar yaşlandım, ne kadar zaman geçti, hayat geçip gidiyor" diye düşünenlerden değilim. Geçip gidiyor ama doğal olan da bu değil mi? Ve öyle olanlardan da çok sıkılıyorum. Özellikle kadınlardan. Sürekli "yaşlandım artık çizgilerimi görebiliyorum" veya "artık vücudum eskisi gibi hızlı zayıflamıyor" lafları edenleri. Erkeklerde ise olay daha fantastik çünkü onlar yaşlandıkça "öğreten adam"a dönüşüp neredeyse haddini aşan vaziyette "sen gelirken biz dönüyorduk" laflarına dönüyor ki bu da diğeri kadar sıkıcı.
Memory Lane'e geri dönersek...2010'da her şey bir hızlandı ama benim şahsi döngümde 2012'den itibaren hiçbir şey aynı kalmadı, her şeyin yeri değişti, her taş yerinden oynadı. Gidişat daha mı hızlı, daha mı yavaş bilmiyorum ama benim için olması gerektiği gibi gittiği kesin. Su akıp gidiyor kendi yolunu çiziyor işte. Manasızca hiçbir şeyine dahil olmadan, elini dahi sokmadan suyun akıp gittiğine baka da bilirsin ya da o akıp giderken içine girip oynayabilirsin. Bu kadar basit.
Blindfold da yıllar sonra şahaneydi. İyi ki, iyi ki, iyi ki her şey olması gerektiği gibi olmuş, geride güzellikler kalmış.
İ.K.'ya dediğim gibi "dün bugün, bugün de yarın".
Sunshine! Soulshine! whatever. Gel bebeğim, gel yamacıma. Hava değişiyor, mevsim değişiyor, her şey ve herkes değişiyor. it's time ! Oldu bu iş!
Bazen bazı başlıklar gerçekten tam uyuyor, en doğru şekilde ifade ediyor. Bu ara her şey biraz biraz "arada yaşananlar" tadında. Belki mevsim değişikliği, belki havanın soğukluğu, belki ülkenin bitip tükenmeyen kötülük enerjisi, schadenfreude hırsı yani neyse ne artık ama her şey bir şekilde arada yaşananlar liginde...
Kaç zamandır görmediğim gördüğümde de gördüğüme pek sevindiğim G.G. & H.K. ile yemek, gönderilen ciddi mailler doldurulan ciddi formlar, güneşli ama soğuk hava, cuma akşamı "rakı" eğlencesinin S.E. ile yine ve neredeyse her daim Beşiktaş'ta olmasının keyfi, eğlencesi, Lübnan Beyrut hattından dönen ama hasta dönen J.A. & F. A. özlemim, uzun zamandır seyretmeyi bıraktığım sıkıcı Türkiye ligine pazar gecesi çirkin ama karizmatik erkek B.'nin devasa ama cidden devasa ekranında seyredilen maç ile geri dönüş, elbette kazanmamız ve elbette o takımın her zamanki gibi becerememesi filan gibi söylensem de günün sonunda seyredilen lig belli, oynayan futbolcular belli. Kendimizi kandırmaya gerek yok, ortaya çıkanın oynanan oyunun matah olmadığını zaten biliyoruz, hem kör hem de sakat olarak birbirimizi ağırlıyoruz, biraz içip sıçıp böğürüp kendimizi iyi hissediyoruz. Yoksa kral zaten çıplak...
P.S. Şu gerzek motivasyonu yeniden kazanmalıyım, kendime edinmeliyim. Nasıl da güzel güzel kağıtlarıma yazıyordum, işaretliyordum yaptıklarımı. Şimdi ise sıfır...Nasıl olacak bilmiyorum gerçekten ama olmak da zorunda. Şiştim. Kendimden sıkıldım şu an.
P.S. (2) Beşiktaş gerçekten şahane bir semt. Barları, meyhaneleri filan sevdiğimizden ziyade özlediğimiz günler gibi. Deli Kadın. Hamburgeri de içkisi de her türlü olur.
Uzun zamandır en güzel sabah. Güneşin girdiği, bir nebze olsun baharın hissedildiği, her şeyin normale döndüğü güzelleştiği bir sabah. Değil evden, hayallerde yaşatılan kendi küçük dünyamızdan çıkınca içine girilen çirkinlik ve çirkin insanlar hala hayatta hala baki duruyor da çok önemsemiyorum. Herkes ölüp gidiyor işte, o da ölecek, diğerleri de. Ama hiçbir zaman güzel ve erken sabahların olmasını engelleyemeyecekler.
Ha, bir de sabah ne kadar güzel bir şeyken aynı adı taşıyan ama değil güzel rezilliğin resmi olan bir gazete de var ki...Yazık deyip geçiyorum.
Her şey ilerliyor. Aynen olması gerektiği gibi. Cenaze de oldu bitti işte. Elbette ağlarken dünyanın en çirkiniydim, orayı geçiyorum da o kadar kalmadım zaten. Sarılmam gerekenlere sarıldım, öpmem gerekenleri öptüm, kendimce veda ettim ve oldu bitti işte. that's life. Hayat da No:19 'da normale dönüyor. Neden dönmesin ki zaten, yaşanan ne ilk ölüm ne de son...
P.S. Zülfü'ye tahammül edemiyorum. Her zamanki gibi nasıl sahte nasıl sevimsiz. Iyyk.
Aileden olunca kolay olmuyor. Doğduğun günden beri tanıdığın hayatında çok önemli bir yere koyduğun, her zaman yanında olan biri olunca gerçekten kolay olmuyor. Ama hayat böyle bir şey. Kolay değil. Adil hiç değil. İkinci defa dedemi kaybettim. Ama yalan değil, acılar içerisinde makinelere bağlı vaziyette yaşamaya devam etseydi mutlu olmayacaktım. Hem güzel de yaşadı. Daha ne?
Elbette bu kadar ünlü ve sevilen birinin ardından herkes şimdi onun en yakın arkadaşı değil mi? Ooo hele televizyonlarda konuşanlar en fantastikleri. Ama olur, çok önemsememek lazım.
Bianet'teki yazı benden resim istediler, ikimizin beraber çıktığı. Yoktu. Yani herhalde 1-2 tane var da kim bilir nerede? Sonra düşündüm öyle raflar dolusu imzalı kitabı da yok elimde. Neden olsun ki? Benim dedemdi, insan dedesine neden kitap imzalatsın ki?
Elbette yeni yıl bomba gibi başladı...