Saturday, September 29, 2012

songs n' motto # 5

"say my name!
as every color illuminates!
we are shining!
and we’ll never be afraid again!
say my name!"


florence + the machine, "spectrum", ceremonials, 2011

gerçekten de we are shining'i hem ikili hem de tekil olarak kullanma taraftarıyım. artık zaten içinde "shining" geçmeyen ilişkilerden, romanslardan, arkadaşlıklardan uzaktayım; uzakta da kalacağım. üç günlük dünyada zaten istemeden de kendi seçimleri dışında insan binlerce zorunluluğa katlanıyor, sesini yer yer kesmek zorunda kalıyor. o yüzden kendi seçimi olan kendi dünyasındaki gereksiz ağırlıklar, teferruatlarla büyük vakit kaybı. benden uzakta, ben uzakta, we're shining, I'm shining. 

p.s. fuket 'i daha şimdiden deliler gibi özledim.

p.s. (2) şarkı şahane de benim ilk dinlediğimde "we are shining and we'll never be faded again" diye algılamam daha da şahane herhalde. demek ki o kadar sıkılmışım ki o dar gelen küçük elbiseden, bir daha asla hiç ben olmayan bir "faded" hale, dünyaya, yaşama girmek istemiyorum.  

Thursday, September 27, 2012

P.S. # 7

monster moon'nın yaklaşması, haftalık pazartesi g.g. buluşmasını iskandinavya fatihi s. ile guilty pleasure olarak geçirmek, meat is murder fantezimin hep fantezi olarak kalması, cumartesi gecesi gereksiz ama hasta eden düğünün ilk hastalık belirtileri, "sen jagermeister iç, bak isveçlilerin hepsi sağlıklı, hepsi güzel, hepsi başka bir dünyadan gelmiş gibiler" diyerek hiç sevmediğim ama komik şekilde işe yarayan jagermeister, şerefe kaldırılan jagermeister, sanki büyük perhize girmemiş gibi bir de ertesi günün öğleninde r. ve j.a. ile tatbak sefası, biraz ste. pulchérie günleri gibi, biraz büyük halimiz gibi, nişantaşı, sıcak hava, aksıran tıksıran ama inat edip "hastalanmayacağım" halim, sonrasında gelen g.g. ve yolda giydiği pantalondan sıkılıp elbiseye geçen 2can b., g.g. ile yine pinponların yan masasındaki yemek ve biraz t.d., "yok ben gideyim burnuma söz geçiremiyorum", hasta halim, "sen çık beni gör sonra inersin" ve evde kalınan çarşamba, sıkıntıdan patlanılan çarşamba, hasta olmaya direnen halimin çarşambası, sıcak bir çarşamba, summer breeze ruh hali olması beklenirken hastalıkla gerilinen çarşamna, akşam çorbasının gelmesi,  lacivert takım + beyaz gömleğin büyük cazibesi, korkulan, susan miller'ın sürekli uyardığı monster moon'nın yaklaşması, iletişim bozukluğunun kendisini hissettirmesi, saçmalığı, sudan bahanelerin sudan kavgalar çıkartması, geceyarısı çıkan arızas, geceyarısı gelen barış, geceyarısı uyanan sevgi, "in the night air" der gibi, hastalıktan sanrı görür gibi ve bitsin gitsin hastalık hali...
her şey, hastalık, gerginlik vs bir yana da asıl üzen fuket'in dün gece itibariyle tekrar gitmiş olması. tamam o mutlu olduğu için çok mutluyum, onu öyle görmek çok mutlu ediyor ama yine de çok özlüyorum. telefonla konuşmayı urban oturmalarını, her şeyi sorunsuzca, keyiflice, mutluluğumu paylaştığını bilerek anlatabilmeyi, gözünde bana dair gördüğüm ışığı, "too late too late" gibi yerlere yatıran gerzekçe yorumlarını, yaşadığım ama pek de dillendirmediğim komiklikleri anlattığımda yarılarak gülmesini gülerken de "sana böyle mi dedi" gibi laflarını vs her şeyi çok özlüyorum. az sayıda özlediğim ve hepsi bir yerlerde olduğu için görmesem de benimle yaşayan insan ile beraber. monster moon'dan ziyade asıl budur gerginliğim, üzüntüm.    

Tuesday, September 25, 2012

to whom it may concern # 6

Şöyle afili bir kaykay yarası olsun isteyen kızlardanım...Muhtemelen garip, de değil aslında. Herkesin derdi başka. Her gün bir başka bomba ile gelen # 8 bir yenisi ile geldi; "kaykay yapmayı düşünüyorum". Sonuç tabii ağzımdan sular akarak bakakalmam ve başka bir dünyaya, boyuta geçmem. it=it . nokta.


Salı never on sunday'ı

gecenin yarısı dönen # 8 ile ertesinde gelen salı gününün bomboş ve rahat never on sunday hali, güzel eylül havası, hala ılık ve kıyafetsizliği zorlamayacak eylül havası, sanki pazarmış gibi yaşanan salı, basit, hafif gün akışı...

Sunday, September 16, 2012

Fashion Week dediğin şey

NY'takiler olduğu kadar an itibariyle NY'ta olmak geberen korkunç sıradan ve basmakalıp türk moda cadıları, fashionistalarının beklediği NY Moda Haftası başladı devam ediyor her şey şahane de işte, hayat herkese aynı değil. Biri kameralara belli bir bütçenin üstündeki kıyafetleri ile poz verirken, diğeri evi haline getirdiği sokak merdivenlerinde kirli sırtını kaşıyor. Hayat işte; adil değil, pembe değil.

Never on sunday # 9

dövme peşinde koşan g.g. ile kadıköy, vapur, vapura girmeden iskelede görüp de " nereye bakim böyle" diye bağıran m.u., çirkin dövme örnekleri ile halk eğitim merkezi, kadıköy'de cumartesi ile bir anda kolej sınavları öncesi moda ve belkıs hanım'dan alınan ders günlerine dönüş, o yaştaki tek başına yeşilköy-moda seferleri (yeşilköy çiroz-81-eminönü-vapur -kadıköy-dolmuş-moda), banka oturma sevdam, öğlen rakısı, koço, yıllar sonra koço,moda'nın yeşilköy hali, yolda görülen motor, öğlen rakısı güzelliği, konuşulanların güzelliği, rakı ile gelen dökülmeler, bir de üzerine dondurma ile tekrar bizim yakaya geçiş, gece yine benden uzağa gidecek yokluğunu çok hissettiğim fuket için yemek, eğlenceli, keyifli, bol kahkahalı yemek, "yapışsaydın telefonuna" diye dalga geçen fuket, ve konuya dair yarılarak gülmek, saftirik barfiks sorularım, "yatcaz kalkcaz yatcam gelicem" ve fuket'ten "too late too late" gazları, bülüt'ün mutlu halleri, 2012'nin iyice fantastik halleri ama gerçekten "yatcaz kalkcaz yatcam gelicem" olsun artık, never on sunday, biraz sakin biraz pazar, biraz bulutlu, oldukça gürültülü, bolca heyecanlı (!)

Saturday, September 15, 2012

"tamamdır"

Bütün konser playlistleri, bütün duyulan bilgiler aksini gösterirken, umutsuzca "kesin çalmaz, yok zaten Londra da istina idi" diye düşünürken, her şey bitmiş gibiyken, son şarkılar söylenirken, hiç ama hiç planda yokken Stevie Wonder, konseri Another Star ile bitirdi. O an ben de bittim, dünyam durdu, mutluluğum beni çarptı ve "tamamdır" dedim.

Gerçekten "tamamdır"; Another Star ve Anotherstar. Daha ne diyebilirim ki, oldu işte! Birçok şey ile beraber oluverdi. Yaza veda gibi konser olurken, Another Star umudu yeni ve yepyeni bir hayata giriş gibi oldu. Sanki.

Friday, September 14, 2012

ANOTHERSTAR 'ın Another Star heyecanı

Bu akşam. Maçka'da. 21:00'de.
Doğru 2010 haziranında Londra'da Hyde Park'ta müthiş şekilde seyrettim ve belki de hayatımda geçirdiğim en güzel gecelerden biriydi. En büyük sürpriz ise konseri Another Star hiç beklenmedik şekilde bitirmesiydi. Başladığı an R., Gey Kapılım Z. ve Big K. Sister E. ile gözlerimizden neredeyse yaş gelerek heyecanlandık...
Bu gece. Bu sefer İstanbul'da. Benzer, artılı eksili kadro ama yine Another Star ve anotherstar. Yazın vedası.

P.S. Lütfen lütfen Mehmet Tez anlamadığı konularda yazmasın, Stevie Wonder 'ı kaleme almayı bile düşünmesin. O yeni nesil rockçılar vs hakkında yazsın, eski sevgilisinin grubunu dinlesin filan ama gerçek müzisyenlerden Stevie Wonder'a hiçbir şekilde bulaşmasın. Lütfen lütfen...




Wednesday, September 12, 2012

12 eylül'e inat

a. ailesi için günün anlam ve öneminin farkına varmayıp sonrasında "aaa 12 eylülmüş bugün" diye telaffuz ederken, f.a.'ya gözlük peşinde karar ekibi halinde dolaşırken, 70'ler tadında bir kinky gözlük de jikletten çıkmışken, turkuvaz mozaikli güzel pandeli 'de leziz öğle yemeği ve tam 30 yıl önce j.a. & f.a.'yı birebir hedef almış, elini kolunu kanadını kırmak için her şeyi yapmış, yarının olmadığını hissettirmiş, bütün fiziksel acıları yaşatmış, işkencenin türlüsünden geçirmiş, hayatı zindan etmiş ama başaramamış "12 eylül"e inat kadeh kaldırmak ... 30 yıl sonra kazanan biz olduk. sadece hayatta kalmak bile başlı başına başarı iken, bir de bunu haysiyetle, şahsiyetle, isimle, o toplumda çok arzulanan mevkii ile olduğu düşünülürse cidden kazanan biz olduk, kadehimizi 12 eylül'e inat diye kaldırdık...

p.s. galiba "savaşçı" deniliyor bize. bambaşka gündelik eğlenceli anlattıklarımdan sonra #8 de "savaşçı" deyince çok güldüm. aklıma isveçli geldi hemen; o da benzer bir sevgi dolu ruh ile güzel gerçeklerin söylendiği nadir zamanlarda dile getirmişti. mutlu etmişti. oysa güzel gerçekler sıklıkla söylenmeli, hissettirilmeli. cidden artık yakınlık üzerinden bok gibi davranmak çok sıkıcı. gereksiz.

Tuesday, September 11, 2012

Mütenalaştırmanın tam tersi

Mütenalaştırma veya jentrifikasyon (gentrification) artık gündelikte karşımıza çıkan kelimelerden. Hem de sadece sosyolojik çalışmalarda, okumalarda değil; şehrin muhtelif semtlerindeki değişen ve değiştirilen yüzünde sıklıkla duyuyoruz "gentrification"ı, "mütenalaştırma"yı. Kısaca ifade ile kentin zenginliğinden yararlanamamış, gelir seviyesi düşük, yer yer işgal edilmiş semtlerin orta ve özellikle üst orta sınıf tarafında satın alınıp önceki sahiplerinin yerlerinden edilmesi olarak anlatılabilir. Bilindik örnekleri de var; özellikle bu günlerde iyice duyulan Tarlabaşı, Balat, Cihangir veya Williamsburg, Shoreditch gibi. Bu işin sosyolojik kısmı, eğlenceli kısmı, okunması sevilen araştırmaların yansıması. Benim derdim ise duygulardaki, ilişkilerdeki, arkadaşlıklardaki, söylemlerdeki ters mütenalaştırma hareketi . Mütenalaştırmanın tam tersi bir ifade için yetecek tek bir kelime yok sanıyorum. "Soysuzlaştırma" belki ama o da kötü yer yer ağır oluyor. Oysa keşke olsa...İlişkilerde, sosyal ve özel hayatlarda yaşanan soysuzlaştırma o kadar rahat edici bir duygu ki. Sevip güvendiğin, senin için mutlu olacağını düşündüğün ya da inandığın insan bir anda seni soysuzlaştırıyor, sıradanlaştırıyor, yerinden yurdundan güvendiğin inandığın tüm duygulardan sıyırıp atıyor. Bunun illa öyle çok büyük, çok derin konularda başlıklarda yaşanmasına gerek yok. Aksine en müthişi gündelikte gerçekleşiyor. İçteki artık neyse nasıl bir duygu ile ortaya çıkıyorsa bir anda mütena seviyede yaşanılan o sevgililik, arkadaşlık, kardeşlik yerlere kadar düşüp çirkin bir hal alıyor. Ve o anda o duygudan da onu hissettirenden de acilen uzaklaşmak istiyor insan. Ya da ben sıkıldım çünkü bu kadar kötü, özensiz, saygısız, şımarık olunmamalı diye düşünüyorum. Üç günlük hayat ya bu, beni siyaha boyayarak ne kazanacaksin ki ? Peki ya her boyadığında, farketmeden de olsa, kendini de boyamış olmuyor musun?

her şeyin değiştiği, hiçbir şeyin aynı kalmadığı garip bir yıl 2012.


Monday, September 10, 2012

Never on sunday # 8

never on sunday başlıklı olsa da cumartesiden başlayan hafif ruh hali, güzel hava, yaz havası, # 8 sayesinde içine girdiğim konser ruhu, hustler ruhu, hustler tişörtü, sapık hustler resimlerini ona buna gönderme heyecanı, dalwhinie ile beraber gelen daha da mutlu ruh hali, red hot chili peppers, korkunç varoş kategori biletimiz, hiçbir şekilde sahneyi göremeyişim derken beni omzuna almayı teklif eden # 8'in ne kadar güçlü biri olduğunu bir kez daha anlamam, elbette I could have lied çalmayacağını bilsek de can't stop da delicesine coşmam, her daim blood sugar sex magik albümü, kalmayız deyip sonuna kadar kalmamız, dönüş yolunun yürünmesi, ciddi ciddi hem de, durmadan "meat is murder" deyip uykulukçuda oturmak herhalde benim bu yolumun yanlış olduğunun da göstergesi, pornstar v.'yi görmemiz, beraber oturmamız ve sonra türkiye'de konser çıkışı eziyeti olarak yine ve yeniden yürümemiz; never on sıunday, pazar sabahı, uzun pazar sabahı, kahvaltısız pazar sabahı, hareketli pazar sabahı deyip kalabalık vaziyette sabahattin ve 15:30'dan gece yarısına kadar yemek yemek, neredeyse patlayacak gibi olmak, geniş ve kalabalık vaziyette kız kıza olmak, anlatırken heyecanlanmak, gözlerdeki heyecanı görmek, o heyecandan mutlu olmak, elbette o heyecanın bir şekilde bir yerde mutlaka öldürülmesi ama buna artık alışmış olmak, korkunç trafik deyip bir başka isveçli insan a.ç. ve big k. sister e. ile karaköy, bankalar caddesi, yeni mekan, yeni olmasa da yeniliğe doğru konuşmalar sohbetler ve never on sunday...

p.s. sevdiğimiz grup, red hot chili peppers, kötü ötesi organizasyon, pozitif filan derken belki de en bombası konsere deli gibi gitmek isteyip de dedikodular yüzünden gidemeyen neslihan dardel açıklamaları oldu. bravo ya. yeni nesil türkiye anlayışı bu herhalde. dışardan çok güvenli gözüküp özgüvensiz vaziyette mahalleden gelecek ayarlara göre hareket etmek. ne güzel insanlar yetişecek bu insanlardan çıkma, doğma. çok heyecanlı...hadi söyleyeceğim tutamayacağım, "ulan koskoca flea sana mı kaldı?". eh son 20-25 yılın en büyük gruplarından birinin basçısı bir adam ya, beğen beğenme de ne olursa olsun istediği takdirde groupie konusunda herhangi bir sorun yaşayacağını düşünmüyorum. ayrıca altıüstü celebrity crush hadisesi, çok da büyük bir durum değil hepimizin celebrity crush'ları mevcut... ama ne kadar büyüdü ne kadar milli duyguları, örf ve adetleri hatırlatan bir hadise oldu bu? ve en acısı yetişkin, kendi güvenli (!), hayatında belli bir yere gelmiş bir kadının da gitmek için delirdiği ama sırf kötü diller yüzünden gidememesidir. yazık... gel gel sen gerçekten sporunla, kutsal aile görüntünle gel gündeme, başkası zaten aşar. şiştim gerçekten. nerede never on sunday sakinliğim?

Friday, September 7, 2012

Bileğimdeki JFK


Evet JFK, John Fitzgerald Kennedy'in kısaltılmışı.
Evet JFK, 1991 tarihli Oliver Stone 'nun başkan Kennedy suikasti hakkındaki güzel filminin ismi.
Evet JFK, NY havaalanının kısaltılmışı, bizim G.G. ile giriş çıkışlarda çok eğlendiğimiz ama Kennedy anısına mutevellit fotoğraf çekmeyi gerzekçe unuttuğumuz yer.
Evet JFK=Kennedy (to whom it may concern)
Ve bugün itibariyle JFK, bileğimde iplerden elle örülerek yapılmış ve hiç mi hiç beklemediğim bir hediye. Gerçekten de ürünün ismi JFK 'miş (ki bu bomba tesadüf beni benden aldı haliyle). Tesadüfen kendi doğumgünü hediyesi vesilesi ile Mr. Hyde'da görüp çok beğenmiş, çok istemiştim ama üşengeçliğimden, "of şimdi sipariş vermekle mi uğraşacağım" diye düşünmekten elbette arzumu rafa kaldırmış, summer it-item süsü vermiştim. Gel gör ki bu yıl çok garip bir yıl. Güzel ifadeli garip bir yıl. Beklenmedik şeylerin olduğu beklenenlerin ise hayal kırıklığı yarattığı; en yakınların en uzak en uzakların ise en yakın olduğu bir yıl. Bundan sonra da böyle gider. Taşlar yerine çoktan oturdu, acılar çoktan çekildi, yeni dünyalara yelken çoktan açıldı. Ayrılsak da beraberiz, berabersek de ayrıyız ama yeni yaşamların, yeni paylaşımların beklenmediği kadar kalıcı şekilde kurulduğu bir yıl 2012. Makro sosyolojiden mikro sosyo-psikolojik yorumlara inersek çok ama çok şımartıldığım ama bir o kadar da bilerek sarsıldığım bir yıl oldu bana. Tercihim elbette şımartıldığım ve mutlu anlarda çünkü artık sevgi dolu olsa da başkalarının çöp kutusu olma hali sıkıcı ve yorucu bir hale dönüşüyor; gerek yok. whatever. Uzun ve melankolik ve tabii hayat dersi veren yazılardan ifadelerden sıkılan biri olarak bayağı bir şekilde bu durumu gayet sallayıp sadece yine hiç beklemediğim bir şekilde sunulan, düşünülen, gülümseten, mutlu eden hediyemden pek etkilendim. Mutlu oldum. Aynen NY seyahati gibi. Bu yıl aldığım en güzel ama ondan öte en özenli hediyelerden. nokta. Bu saatten ve bu yaştan sonra herhangi bir arkadaşlık/dostluk/sevgililik/aile ilişkisinde özen yoksa mümkünse görüşmeyelim çünkü sevgi tek başına hiçbir şey ifade etmiyor. Her yerde ve her şeyde var, her hedef de o meşhur "sevgi"den geçiyor zaten. Olmayan ise özen.

kiel james patrick, kutusu, haritası, sunumu, 3 günde gelişi, "bana kutularla gel ya" deyip cepten çıkan lacivert kutu, isminin jfk oluşu, kennedy'nin hatırlanışı, bileğimdeki duruşu, elisa ile beraber taktığımız güney amerika bilekliği ile komik duruşu (evet, embesil ergen gibiyim, dilek tuttum, kendiliğinden düşmesini bekliyorum, o yüzden çıkartmıyorum), altınlarla uyumu vs tamamdır. her şey şahane!

p.s. tayland'tan gelen fuket ve geçirilen saatler sonrası # 8 için anlattıklarıma kahkahalarla neredeyse yerlere yatarak gülüşü, durmadan "yemin ediyorum bomba bir insansın" deyişi ve giderken de "bence altın bir kolye gelecek" diye patlatışı.

p.s. (2) endless summer state of mind. cidden.

p.s. (3) bu yelkenci bilekliklerinin moda olacağını sanmıyorum. olsa da bizi etkilemez çoğunlukta geçip gider sonra yine bize, chris craft veya riva ile gezinme hayalleri kuranlara kalır.

Thursday, September 6, 2012

why don't we do it on the road

Internet denilen şeyin Türkiye'de esamesinin okunmadığı, popüler kültüre ulaşım araçlarının kısıtlı olduğu 90ların en başında öyle The Beatles hayranı filan da hiç olmadığım için, çok iyi hatırlıyorum Köprüaltı'ndaki Kemancı'da bu harikulade cümle ile tanışmıştım. Çocuğun teki tişört yapıp üzerine de why don't we do it on the road" diye yazmıştı da ilk defa oradan duymuş, öğrenmiştim. Elbette gerzek ergen olarak laf olarak pek çarpıcı gelmiş, efsane The Beatles ile pek sert rockçı olarak pek ilgilenmemiştim. Gerçi hala ilgilenmiyorum ve hala laf çok çarpıcı geliyor. Demek ki hala gerzek ergen duygularına sahibim. Ne zaman duysam şarkıyı, görsem bir yerlerde ismini muzipçe, çapkınca güldürüyor (ayrıca son günlerde bu "çapkın" sıfatını sıklıkla duymam durmaksızın tebessüm ettiriyor, ne yapayım?).
Yıl 1968, The Beatles, Why don't we do it on the road, White Album.

Bunun dışında da sahiden neden? why don't we do it on the road? Tabii ki bizim yollarda değil. Aman derim. Mesela Rio...? oy oy oy...

Monday, September 3, 2012

P.S. # 6


f.a.'ya 65. yaş hediyesi peşinde elbette kanımın çekilerek gittiğim galatasaray stadı ve kaybolduğum seyrantepe yolları ve ne yazık ki sürpriz hediye uğruna çabaların hepsinde o takımın o kulübün bütün kayıtlarının ismime açılması haliyle bana kapağı ve nihayetinde sahip olunan hediye mutluluğu; ada ve biraz hasta j.a., hediyesini verdiğimizde 12 yaşındaki oğlan çocuğuna dönüşen mutlu ötesi f.a., cumartesi sabahı şehre geri dönüşü, güzel ama hafif tedirgin dönüş, perşembe sabaha karşının tedirginliği, atlatılan tedirginlik, develi, hiç bilmediğim terası, # 8, aylar sonra et ve sadece et olarak kalmayıp kebap ama meat is murder, elbette rakı, elbette eğlence, elbette dedikodu, elbette tedirginlikler, elbette gülücükler, elbette günün sonunda her şey frisky ...ve p.s. ve pazar ve never on sunday ve yazın son günleri ve yatay düzlemde sabitlik