Thursday, March 31, 2011

...


Uzun zamandır fişi çekmeyi bu kadar istememiştim. Hem de çok uzun zamandır böyle bir isteğim yoktu. Belki yarın, öbür gün yine olmayacak ama bugünlerdeki isteğim bu yönde. Her şeyin fişini çekmeyi. Kendimin dahil.

Sabah


Sabah önemli şey. Kalkamıyorum. Uyanamıyorum. Yapmak istediklerimi yapamıyorum. Tamamen şaşmış vaziyetteyim. Kalkamamayı, uyanamamayı da sevmiyorum. Erken kalkan sorunsuz şekilde erkekn kalkan, bundan da keyif alan insanlardanken birden bire bu yaşadığım üzerime çöküyor, bütün sabahımı etkiliyor. Hala tiril tiril giyinemiyorum, eteğimin altına çorap giymek durumundayım ki belki bu da hala sinir ediyor. Rüyalarım da başka şekilde rahatsız edici ki her şey sabahı değiştiriyor.
Sabah önemli şey benim için. Sabah güzel olmayınca gün de şaşıyor. Lavazza! "s.v.p.! je peux avoir un g'd café avec un croissant s.v.p."

Wednesday, March 30, 2011

Dream on # 3

insanın içinde bazı şeyleri bırakması kötü. birilerine bir şekilde sinirlenmesi, bunu içinde tutması daha da kötü. çoğunlukla düşündüğümü söylesem de bir yerden sonra artık daha fazla kırmamak, canını acıtmamak için çenesini tutanlardanım. hele hele en yakınlardakine her günkü densizliğim ve olmayan " sessiz, fönlü saçlı iyi aile kızı" görüntüme beklenmedik şekilde kendini tutanlardanım. kabus gibi değildi ama uğraştırıcıydı, yorucuydu. hemen uyanmak, evinden, eşyalarından, manasız hızlı hareketlerinden kurtulmak istedim. rüya olduğunu görmek rahatlatıcıydı. sakinleştiriciydi. ama olayın çözümü yok galiba. gitmiyor. gidecek gibi de durmuyor. gittiğini düşündüğüm an yine karakteri ile karşıma çıkıyor.

p.s. "grudge" değil içimdeki. ondan daha masum daha çocuksu bir şey ama gereksiz yere yer işgal eden bir şey. oysa her şey bir şekilde "iyi". en azından kötü değil.

Tuesday, March 29, 2011

Breathe-respire # 7




paris, petrus, bizim çocuklar, l'office gecesi, bira, şişe bira, "fourchette? c'est pour les gosses", hava, güzel hava, örgülü "ouui, pr mes cheveux, on dirait moitié autrichienne moitié star wars" saçı, ve respire, je respire ...

Sunday, March 27, 2011

Never on sunday # 6

hala paris 'ten dünüşün zorluğu, hala paris'i konuşuyor olmak, hala paris'i hissediyor olmak, hala abbesses-montmartre, "18 bizimdir" diye düşünüyor olmak ;
ve gerçeğe dönerek yine bu sınırların güzellikleri ile karşılaşmak, her an beklenmedik ama hayatını tamamen değiştirebilecek hem de büyük bir haksızlık ile karşılaşabileceğini yeniden hissetmek, imamın her yeri güzellikle yönetebildiğini bir kez daha derinden hissetmek;
ve tabii tüm bunlar dışında "türkiye'nin rafine mutfak tecrübesi" ile talihsiz "master chef" denilen program ile karşılaşmak (vah vah vah! ), bazı hallerin, o çok ayna karşısında çalışılmış ama kraldan çok kralcı hareketlerin beyhudeliğini netlikle görebilmek, üç haftadır hastane yatağında yatan ama artık kalkan ve haliyle de bizi çok mutlu eden, j.a.'nın annesi benim zaten çocukluğumu zenginleştiren pek sevdiğim deli rumelili'nin 3 hafta öncesine göre çok iyi hali, bomba "paris" soruları, başucuna koyduğu paris'i derken günümün hafiflik hissettirecek noktası kahkahalarla güldüğüm, radikal'de çıkan galatasaray notları, "aristoraksinin kalesinde neler yaşanmış meğer" ve "parizyen liseliler rahatsız" ifadelerinin muhteşemliği... gerçekten de aristokrasinin kalesi de ne kaleymiş kardeşim... biz dönelim montmartre'a, hem hava bugünlerde daha güzel, bizde yağmur yine başladı. ne zaman gelecek çok tiril tiril hal, forever never on sunday hali ?
p.s. ya yazmayacaktım da şu eleştirmenlerin kaleminde olduğu kadar gişede ve seyircinin algısında da büyük patlayan, "yeteneksiz olsalar da güzel insanlardan ortaya güzel bir film çıkar" denemesi "bir avuç deniz"in gazete reklamı beni aristokrat galatasaray anıları ile beraber güldürenlerden oldu. öyle insanlar, öyle kanaat önderi tadındaki kalemler methiyeler düzmüş ki insan filme ne kadar haksızlık edildiğini fark ediyor. misal saba tümer, güneri civaoğlu, onur baştürk, tuna kiremitçi gibi hem sosyolojik hem de sinematografik referanslar verebilecek isimlermiş. o halde gitmek görmek lazım. peki.




Friday, March 25, 2011

to whom it may concern # 10

ortak küme elemanlarının birleşimi aslında " to whom it may concern # 10". gerçi yine de tam değil ama c'est bon, c'est pas la fin du monde.


Thursday, March 24, 2011

Peki ya o mücevherler ne olacak?

Beğenir de severim de Elizabeth Taylor'ı. Hâlâ bir türlü alıp da okumayı beceremediğim biyografisi bulunuyor. Küçükken kendisinden bahsedilğinde duyduğumuz "menekşe gözlü" sıfatı herhalde daha uzunca bir süre başkası içi kullanılmayacak. Zaten hastaydı, gitgide elden ayaktan kesiliyor yaşayabilmek için herkese ve her türlü sağlık aletine muhtaç hale geliyordu. Neyse ki çok çok vahimleşmeden bu muhtaciyeti her şey sona erdi. Büyük mücevherler, büyük aşklar, büyük kıyafetler, büyük yaşamlar, büyük acılar da son buldu. Elizabeth Taylor 1932-2011


1970 yılında boynunda Richard Burton'nun hediyesi bilmem kaç yüz karatlık Taylor-Burton Elması ile Oscar'a doğru. Ve sahiden de o kadar mücevher kime kalacak? AIDS yararına satılır da umarım Elton John alıp da takıp takıştırmaz.

wish & it& forever item



Bizde tabii pek hoş görülen bir şey değil böyle eşşek kadar kulaklık ile sokakta dolaşmak, öyle müzik dinlemek. Zaten sadece bizde (ve bize yakın sınırlarda her şeyin bu kadar kontrollüsü makbul) görüntü, görüntüye aşırı ve yapmacık dikkat mevcut ki her şeyi, tüm olduğu gibi olmayı bozuyor. Oysa işte her yerde tüm modern (!) şehirlerde sokaklarda herkes ve her şey rahat!
Çok memnunum- en az Chanel Iman kadar! Benimkisi lacivert doreli. Ses kalitesi ise şahane! Hem kool, hem streets, hem de "görüntü olup ses olmayan" hallerden değil. WeSC.

Wednesday, March 23, 2011

p.p. sendromu

dönmek ama dönmek istememek;

paris, metronun bayıldığım ve çok özlediğim o kokusu, yanık lastik kokusu, le 18eme, bizim mahalle, f.t., hemen steak tartare (gerçi artık chez ginette'e değil le chinon'a gidiyoruz), bomba dedikodular derken, "biraz uyuyup sonra mı çıksak" deyip 22h'de f.t.'nin "yaşatacağım seni" deyip mahalledeki la mascotte ve huitres-bigorneau-palourde ile kendinden geçme, f.t.'ye yemekte "ya işte öyle biri, cidden başka yere gider bu iş" tadında cümleler sarfetmeler;

intolérance alimentaire'i paris'te kaale almayıp sabah viennoiserie peşinde koşma, "bu kahve makinesi minyatür insanlar için herhalde", sanki evde hissetme hali, yemek 16eme ve roberto-virginie ile elbette mon p't vittorio, vittorio'nun başucundaki resmim;

bir ara da artık f.a.'yı kırmayıp kitap fuarına uğrama, fransızların deli gibi kitap okuması, standa gelen aznavour sonrası standı basan genç ermeniler, aznavour'un "burası benim toprağım, yapmayın böyle şeyler" diye çıkışması, fnac kalabalıklığı, muhteşem kulaklıklı parisliler, wish item, akşama hazırlık, geç kalmaları kesin olan virginie& geraldine'i bilerek, yemek öncesi, l'office öncesi roberto ile buluşma, "19'da fourmie'de", biraz grolsch, biraz cacahuete derken roberto'nun "jules'u gördüm dün, o da gelecek bu akşam" deyip zaten pek sevdiğim jules'ü göreceğim diye düşünürken karşıma jules ile brüksel'de mesaj attığımız petrus'un de çıkması-bomba- ve benim için hayatın cumartesi gecesinde durması ...

Post-Paris Sendromu'nda olduğum kadar Post-Petrus Sendromu'ndayım. Hem de ağır vaziyette.

Saturday, March 19, 2011

Bugunlerde


Bugunlerde buradalarda.
Resim kimilerine tanidik gelirken kimilerine sadece parkeli yuksek tavanli bir daireyi ifade ediyor. Uzun zaman olmustu. Iyi, ait, rahat, keyifli hissinin hakimiyeti.