Monday, May 31, 2010

Biraz daha iyi anlamak için

Ortadoğu denilen yerin coğrafyası da tarihi de karmaşık. Hele hele okullarda okutulan resmi tarih kitapları ile olacak iş değil. Türkçesi "Barışa Son Veren Barış". David Fromkin'den. Bu aralar biraz zor bulunuyor ama hala sahaf diye bir şey var.

Tarih her daim tekerrür eder





Daha geçen gün evdeki korkutucu savaş fotoğrafları kitabından bahsetmiş, insanın insanı öldürmesi savaş çıkarması için her şeyin çok basit ve manasız sebebe dayandığını ve her daim böylesine bir sebebin olabileceğini yazmışken yine oldu işte. Devlet kavramı, devlet politikası denilen şey ortadan kalkmalı. Belki o zaman insanlar barışçıl olabilirler. Belki. Ama devlet kavramı kesinlikle varolmamalı. İnsani yardım konvoyu, Ortadoğu, asla durulmayan topraklar, Gazze'nin yıllardır ambargo altında olması, türlü sebeplerden ötürü gücü gitgide yükselen Hamas ve güçlü bir Hamas'ın Filistin'deki gündelik hayatı her geçen gün daha "radikal şekilde dindar" bir hale dönüştürmesi, yardımı organize edenlerin Hamas bağlantısı (ki bu yine de insani bir yardım olmadığını gerektirmez, göstermez), ölen insanlar, kimliği henüz bilinmeyen ölmüş insanlar, bir devletin bu kadar umarsız bu kadar kaygısız bu kadar güçlü davranabilmesi... Savaş başlamıştır. Kaç gün sürer, hangi cephelerde savaşılır, hangi silahlar çekilir, hangi stratejiler uygulanır, kimlerin çocuğu askere gider, kimlerinki yırtar, kimler komşusuna hırslanır ve "İsrail devleti"nin politikasını nesillerdir bu topraklarda doğmuş büyümüş buraya ait hisseden musevi komşusuna atfedip de ona düşmanca davranıp muhtelif ırkçı isimler takar, kimler bayrak yakar, kimler din uğruna öldürmeyi haklı görür bilinmez, ama ne yazık ki "savaş" başladı. Ne yazık ki insanlarda alevlenmesi çok kolay ama küllenmesi bir o kadar zor olan aşırı milliyetçilik, ırkçılık duyguları şahlandı. Ne gerek vardı ki? Sadece insanı yardım taşıyan siviller iken birden tepeden inen askerler, öldürülen siviller, haber alınamayan siviller. 21. yüzyıldayız. Gitgide daha utanç verici hallere bürünüp daha acımasız yöntemlerle yaşamaya çalışılan bir devirdeyiz. Elde ettiğimiz tüm bilgilerin, keşfettiğimiz tüm kavramların "devlet" hatta bir sonraki adım olan "birey"de nedense hiçbir işe yaramadığını görmek üzücü, bir o kadar da umut kırıcı. Geleceğe yönelik. Oysa insanlık olarak daha akıllı daha mantıklı daha barışçıl olduğumuz bir dönem olmalıydı bu yüzyıl. Baştan koktu. Her daim kokacak demek. Zaten tarih dediğin de tekerrürden ibarettir.

p.s. devlet denilen şey o kadar politik ve o kadar tehlikeli ki...

Sunday, May 30, 2010

Big Up!

Dennis Hopper, 1936-2010

Resim de elbette meşhur Easy Rider' dan. Sinemayı sevdiğini ve her çıkan filmi takip ettiğini söyleyen bir sürü insan eski filmleri seyretmiyor, muhtelemen sıkıcı ve uzun buluyor. Ama Easy Rider seyredilmesi gereken, önemli filmlerdendir (ya da bana göre öyle, whatever, who cares?) hatta cover çalan grupların Psycho Killer ile beraber marş haline getirdiği Born To Be Wild da bu filmin şarkısıdır. Dennis Hopper o kuşaktan son veda edenlerden. Oyunculuğunun yanı sıra 60'larda Pop Art akımı ile resim ile de kaymışlığı var. Kocaman kocaman, büyük büyük "tablo"ları, fotoğraflarını görmüştüm bir A'dam seyahatinde. O halde mayıs sıcaklığından büyük bir big up olsun Dennis Hopper'a.


"Art Forum 1964", Dennis Hopper, 1988

Friday, May 28, 2010

Cuma eğlencesi # 7

Uzun zaman olmuş cuma eğlencesi'ni yazmayalı, Cannes geçti bitti, partiler bitse de geceler bitmedi, o halde biraz eğlence olsun diyerek ingiliz jet-set'inin insanlarından Daphne Guinness ve kabus ötesi ayakkabılar ile başlıyorum. Off nedir onlar ama ya? İlginç olacağım, tasarım olacağım, aykırı olacağım diye bu kadar da kasılmaz ki...Kasılanın da yanın da durulmaz. Ayakkabıların üretimine bir itirazım yok da giyilmesine var, J.A.'nın ara ara bana dediği gibi "aklın gittikçe kıçına kaçıyor senin"durumu gerçekten.
Ernest Heminway'ın torunun kızı manken adını unuttuğum bir şey ve tasarımcı başka bir şey. Basit bir kıyafet olsa da güzel geldi, ki yeşilin tonunu öldürsen giymem ama olmuş bir şekilde kızda, hoş durmuş hırkası güzel olmuş, gümüş bilezikleri daha da hoş olmuş kendisi de güzel bakmış. Dediğim gibi sadece hoş geldi resim.
Uuuuu en sevdiğim insan Gwyneth Paltrow, Elle Macpherson Louis Vuitton kıyafetler içerisinde Londra'daki Bond Caddesi'ndeki LV dükkan açılışında. Elle Macpherson'ı da favorim değil ama herhalde ifadesiz tipli göğsünün ortasındaki delikli elbisesi içerisindeki Gwyneth'i kat kat katlar. Rahatlığı, sıcak ifadesi, elbisesi ile postişli Gwyneth'i ezer geçer.
İngiliz asilzadesi ile evlenip hayatını kurtaran küçük kibritçi kız rus manken Natalia bilmem ne de belki ilk defa zevkli giyinmiş. Louis Vuitton sevmem çantalarından nefret ederim ama elbiseleri güzel. Kibritçi kızın üzerindeki kırmızı elbise ise epey güzel. Çanta hariç tabii. Louis Vuitton çanta, evlerden uzak olsun bana. İngiltere'nin moda ikonları Antipatik Bob Geldof kabilesi kızlarından Pixie ve hiç beğenmediğim Alexa Chung. İkisi de Küçük Ev dizisindeki karakterler gibi olmuşlar. Harika yani, kırlarda koşuyoruz eteklerimiz uçuşa uçuşa küçük Laura gibi. Ben ki giydiklerini açmayı seven bir insanım, şu Pixie kadar ben bile açmam, o elbiseyi ve o kabus çantayı üzerine para verseler değil sokağa çıkmak, kabine girip denemem bile. Yani yoksa yok işte, olmuyor, sakil durunca her daim sakil oluyor her şey.
Gerçekten şuraya sesli efektler koyabilmek istiyorum. İstiyorum ki şöyle elbiseler gördüğümde tepkilerimi sesli ifade edebileyim, "uuuuu cıstak cıstak" diyebileyim. Ama gerçekten de "cıstak cıstak" yani. Ayakkabılar bir derece hatta hoş dahi olabilir ama şu yakadaki koca kurdela aşkı nedir bir anlasam. Güney Afrikalı Charlize Theron da Oscarlar'a benzer bir facia ile gitmişti, şimdi eski modellerden bu kız. Ben anlamıyorum ama acaba Melisciğim anlıyor mudur? Ayna ayna söyle bana, yüce moda yorumcusu müthiş akıllı bir o kadar hazır cevap Melis Alphan anlıyor mudur bu tarz kıyafetleri? Teach me Melisss!Güzel insanlardan Amanda Peet. Isabel Marant kıyafetleri de. Ayakkabıları dahi beğendim. Sanırım ceketi atardım. Ben giyer miydim? Sanmam fazla sönük ama Amanda'da güzel olmuş, sönük durmamış. Selma Hayek & Naomi Watts. Hayek'in elbisesi, Watts'ın da beyaz teni ile kırmızı ruju güzel. Ayrıca güzel yaşlanan kadınlardan Selma Hayek. Akıllıca ve güzel yaşlanıyor. Fransa'nın en zengin adamlarından biri ile-adam da öyle ne çirkin ne de hilkat garibesi bir şey, gayet gideri olabilen bir insan- evlendi, çocuğunu yaptı. PPR'ın sahibi, LVMH'nın rakibi François-Henri Pinault ile. Başarılı. 40l'arında kendisi ama daha uzun süre böyle gözükür bence. Esmer olmasına rağmen beğeniyorum kendisini.Güzel insan ile bitiriyorum. Charlotte Casiraghi ve Abramoviç'in yeni doğum yapmış aileden zengin adını unuttuğum ama işte para ile bir sürü hobi tadında iş yapan sevgilisi. Buradaki güzel insan tabii ki Charlotte ama diğeri de gider, tutunur. Hem de bayağı. Herhalde o da şişko kadınlardan nefret eden ama bir dönem şişko adamlarla evlenen, ilişki yaşayan Ebru Şallı gibi hamileliğinde kiwi yiyip sadece 5 kg alanlardan. Elbisesi güzel durmuş ama öyle bej mej benlik değil. Diğeri ise- Charlotte Casiraghi-elbisesi klasik ve fazla özellikli olmasa da kamera önündeki suratsızlığından ve koolluğundan güzelleşiyor bence.
Nokta.

Thursday, May 27, 2010

Sayfaları çevirdikçe korkutan

Paix en Galilée Beyrouth, 1983 tarihli, Les Editions de Minuit baskılı. İç acıtır, korkutur, bakılan resimler "herhalde insan insana bu kadar vahşi olamaz" düşüncesini akla getirir. Oysa insan kardeşini, komşusunu, sevdiğini, kıymetlisini, çocuğunu, ailesini, hayvanını, bastığı toprağı ve tabii kendisini başta olmak üzere düşünmeden yok edebilir. Tarihinde yaptığı gibi. Ve yapacağı gibi.

Hem "votka", hem "Brooklyn", hem "Spike Lee"

Spike Lee, Absolut Votka için Brooklyn temalı şişe tasarlamış. Votkacı değilim, votka seven değilim ama en yakınlarımın votka sevgisi malum. Başta kadim dostum Sekvotka (ki kendisi absolut içmez, smirnoff içmez) olsun, İsveçli M. olsun, B. olsun, seveni çok votkanın pöti çevremde. Ama Spike Lee iyidir, Brooklyn iyidir, Brooklyn'den çıkanlar iyidir. Kimler mi?
Spike Lee, Mos Def, RZA, GZA, Jay-Z, Talib Kweli, Paul Auster, Harvey Keitel, Woody Allen, Arthur Miller, Henry Miller, Lou Reed, Barbra Streisand, Walt Whitman, Mae West, George & Ira Gershwin, Rita Hayworth ....

Wednesday, May 26, 2010

Madem başladık, "oryantalizm" devam etsin.

Ingres, "la grande odalisque", 1814
Oryantalizm aslında daha doğru bir ifade ile şarkiyatçılık 19.yy'ı sanat ve edebiyat alanında etkileyen bir kavram. Estetik olarak bir yere kadar ilgimi çekse de asıl eleştirel bir boyutta ilgimi çeken bir kavram. Daha Edward Said 'in Oryantalizm'ini okumadan çok daha öncesinde, belki de frankofon bir eğitimden geçmenin, yazları " çocuğumuzun fransızcası gelişsin" diye Fransalar'a gönderilmenin, okulda okutulan kitapların etkisi ile oluşan bir duyguydu. Hiçbir zaman sevdiğimi söylemem, kısıtlayıcı ve ayrımcı buluyorum. Belki resimde çok rahatsız edici gelmiyor. Kim bilir estetiğin ilk anda daha çarpıcı ama bir o kadar geçici oluşu sebebiyle olabilir. Resme baktığımda çok rahatsız olursam bakışımı çevirebiliyorum, renklerin içine dalabiliyorum, kendimce daha farklı yorumlabiliyorum, fırça darbelerini görmek için geneli unutabiliyorum, vs. Renoir, "odalisque", 1870 civarları

Oysa söz, yazı daha etkileyici ve daha rahatsız edici (eğer bir rahatsızlık söz konusu ise). Pierre Loti ve meşhur Aziyadé'si. Her şey fantastik ve gerçekten uzaktır. Şark şark değil, hayat hayat değil sanki yaratılmış bir tiyatro sahnesi. Belki çok da haksızlık etmemek lazım çünkü romancı hayal eden, düşleyendir, eserinin gerçek olması gerekmez. Ne var ki ben bu oryantalizm sevgisine, hayranlığına karşı olduğum için hoşlanmıyorum kendisinden. Yoksa düşlesin, hayal kursun, hatta Yahya Kemal'in dediği gibi " insan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar" .70'lerin sonunda 20. yy'un en önemli entellektüellerinden Edward Said Oryantalizm'i yayınlıyor. Ve orada Batı ve Doğu, Biz ve Öteki yani Doğu-Şark, asla üstün Batı'ya ulaşamayacak olan Doğu'nun kaderi, algılanışı, kabul görmeyişi, göremeyişi vs vs. İşte oryantalizm, işte sevmediğim ve eleştirdiğim oryantalizm. Gündelik hayatta en sevmediğim oryantalist davranış ise yurtdışında "aaaa ama hiç türke benzemiyorsun" lafını duymak. ismi altında şalvar giydi)Evet, hepimiz esmer değiliz, evet artık şalvar giymiyoruz (hoş, geçen sene bütün dünya "harem pants", evet peçe takmıyoruz, evet evlerimiz ahşaptan değil ve küçük pencerelerden dünyayı seyretmiyoruz ve tabii kitaplardaki haremlerde "odalisque" olarak beklemiyoruz ("odalisque", odalıktan türetilmiş bir kelime, cariye anlamına geliyor) . Ama artık bugün bu dönemde bu kadar da bu düşüncede olmak o kadar geri kafalı hatta kötü niyetli geliyor ki...

Edward Said, Orientalisme - " Comme un ensemble réglé de rêves, d’images, de connaissances spécialisées, l’orientalisme est foncièrement dichotomique. C’est une vision qui réduit tout à deux. Elle dit : «il y a Nous, il y a Eux et ils sont tellement différents de nous, avec ce supplément d’évidence qu’on prend rarement la peine de préciser : « nous sommes supérieurs à eux, (parce que) plus puissants qu’eux ». A ce Nous, centre et source de toutes les références et de toutes les valeurs, est assignée une patrie-identité hypothétique, l’Occident, et une altérité excessive dans sa différence, l’Orient, quelque soit, par ailleurs, le lieu réel où cet autre est situé : Indien, Chinois, Persan, Arabe, Egyptien, Maghrébin, etc., sont autant de variétés de surface d’un seul et même Autre : l’Oriental."

Yıl 1922


Broadway New York'ta 1922 yılında sahnelenen operet " Rose of Stamboul". Konu malum, ortada bir oryantalist fantezi var, paşa var (ki adı Kemal), paşanın haremi var, harem, hamam, tütsü, baharat kokuları, yuvarlak hatlı kadınlar, göbek atan kadınlar hepsi egzotik gelen şeyler batılılar için. Bizim için ne kadar sıradansa batılı için o kadar değişik, o kadar ilginç. Anlaşılır bir şey. Ne var ki oryantalizm o kadar anlaşılır değil, aksine sıkıcı, kısıtlayıcı, hatta ırkçı ve ayrımcı. Tehlikeli oluşu da bunu güzel görüntülerle süslüyor oluşu. Yani tehlikesini alıştığımız şekilde çirkin ifadelerle göstermeyip, "ne kadar güzel, ne kadar egzotik, ne kadar ilginç" ifadelerinin aslında "ama orada kalsın, hep öyle kalsın, hiç gelişmesin, ben istediğimde o egzotizmi bulayım ama benim ülkemde benim uygarlığımda olmasın biz hep farklılığımızı koruyorum, oryantal olan zaten öteki dir, benden bizden değildir" duygularını saklar.

whatever...

Aynı zamanda 1922'de :

- James Joyce Ulysses'i yayınladı,
- İrlanda İç Savaşı başladı ,
- Michael Collins öldürüldü,
- İtalya'da faşistler iktidara geldi ve Mussolini başbakan oldu,
- İngiltere Mısır'ın bağımsızlığını kabul etti,
- Ve tabii Büyük Taarruz gerçekleşti ( Rose of Stamboul'daki kahraman ile Büyük Taarruz'u yöneten kumandanın adlarının Kemal Paşa olması ilginç tesadüf değil mi? )

Tuesday, May 25, 2010

Her gün biraz biraz

Gerçek vs Yanılma
Gerçek vs Hayal
Gerçek vs Yadsıma
Gerçek vs Reddediş
Gerçek vs Kabullenememe
Gerçek vs Rüya
Gerçek vs Kaçış

....


Her şey normale döndü, kargaşa bitti, bu denli yoğun bir olay 1 yıl daha bekler, gelip geçen Sabah Dış Ilişkiler, Today's Zaman, her daim favori sosyolog Nilüfer G., Touraine, histeri içerisindeki Giancarlo, '64'lü olup '44'lü gösteren soylu Von Fürstenberg (yaş konusundaki şans mavi kan kırmızı kan dinlemiyor, vurdu mu vuruyor), her daim favori felsefecilerden kool insan F. K. , uzayan oturumlar, sarkan konuşmalar, kötü hazır kahve (çay da herhalde kötüdür, içmediğim için bilmiyorum), bol bol kuru pasta, bütün tatil günlerinde çalışma, italyan öğrenciler, cumartesi gecesi, yağmur, bira, pazartesi ve son. Gelecek yıla kadar... Yine de en sevdiğim en keyif aldığım olay budur, yorgunluktan yerlerden sürünsem de.

Wednesday, May 19, 2010

Gerçekten de "hayat"

Bugün tatil olsa da, herkes bensiz programlar yapsa da, A. gözlerini kısıp harikulade sesi ile "neden geleceksin ki işe" diye sorsa da, geçen sene 19 mayıs'ta Bodrum'da olsak da, sabahları 8'de eve dönsem de, o günden bugüne her şey ve herkes bir şekilde değişmiş olsa da, sabah Topkapı'ya bakıp kahvemi yudumlayıp işe gitmek zorunda kalmaktan nefret etsem de that's life. Öyle veya böyle. Herkesinki kendisine göre dertli veya dertsiz. Söylensem de yapacak bir şeyim olmadığı için umursamıyorum, giyinip çıkacağım ve çok ciddi konuşmaların yapılacağı günlerce sürecek panelde Frank Sinatra'yı mırıldanmak için sayfada bırakacağım.

Yıl 1966, Frank Sinatra That's Life albümünü çıkartıyor. Seviyoruz kendisini.

Sunday, May 16, 2010

Tanıştıralım: "hayat"

Hayat işte. That's life. Olmuyorsa olmuyor, oluyorsa oluyor. O kadar beklediğin olmuyor, bir o kadar beklemediğin ise oluveriyor. Hayatın kendi zamanlaması var. Belki herkes bir şekilde hayata veya onun zamanlamasına hükmettiğine kanaat getirse de bu aslında mümkün değil. İnsan kendini rahatlıkla kandırabiliyor. Onunla yaşadığına, yaşadıklarının gerçek olduğuna, geleceğe baktığında gördüklerine, vs. Oysa bunlar sadece sanrı olarak kalıveriyor hayatın kendisi ön plana geçmeye karar verince.
Bugün de aynen öyle oldu. Sandık ki her yer o iki renkte olacak, yer gök inleyecek, zaten o kadar da emindik ama olmadı işte. Her şey yapılsa da, herkes üzerine düşeni yapsa da olmadı. Olabilirdi, oluyordu, kaç kere direkten döndü ve olmadı. Oysa her şey uygun ve hazırdı. Ama olmadı. Aynen hayat gibi. Olmuyorsa oluyor. Çok da zorlamamak, olmuş gibi yaşamamak lazım çünkü belli olmamış ve olmamaya da devam ediyor. Üzgün müyüm? Elbette ama yarın olmasa da öbür gün geçer. Artık kabullenmeye başladım hayatı, pek üzerinde durmuyorum "zaten olmayanların" ve "olmamışların" ve de olmayacakların". Ama Bursaspor'dan da, taraftarın da, teknik adamından da hiç mi hiç hoşlanmıyorum, hoşlanmadım, hoşlanmayacağım da.

That's Life.- Frances Albert Sinatra

Saturday, May 15, 2010

Motto

rita hayworth- "men fell in love with Gilda, but they wake up with me."



"gilda", rita hayworth, glenn ford, dir. charles vidor, 1946

Thursday, May 13, 2010

Sabah güzergahı





by ren rox

Gidelim artık Brezilya'ya. Çok uzun sürdü bu istek.

Wednesday, May 12, 2010

Mayıs ayı ve en güzel festival

Sinema dünyası için Cannes bambaşkadır. Berlin, Venedik festivalleri iyi hoş da Cannes istisnaidir. Her bakımdan. Kırmızı halısı, kırmızı halıda yürüyenler, katılanlar, festival jürisi seçilen filmler yani her şeyi ile her festivalden ayrılır. Oscarları dahil bile etmiyorum gerçek sinema dünyasına. Sürekli yüzüne yapışmış sahte The Joker gülüşü ile konuşan ve sürekli köylü kadını tiplemesini canlandıran Meltem Cumbul'un gecesidir Oscarlar, sıklıkla "oscarlarda ne giyeceğimi seçiyorum" tadında cümleler kurar. Ama Cannes kendisini ve o minvaldeki tüm oyuncu takımını aşar. Ayrı bir kültürdür Cannes. Görgüsüzlüğe izin vermez. Ya da benim tabirimle varoşluğa (varoş=öğretimli, görgüsüz, hırslı, paralı, jipli, doğan apt. daire kapan gürüh ).

Outrage- Takeshi Kitano, Biutiful- A. Gonzalez Inarritu, Carlos- O. Assayas, You Will Meet A Tall Dark Stranger- Woody Allen, Wall Street- O. Stone, ve sadece 48 saat önce yarışmaya dahil edilen Route Irish- Ken Loach

Ayrıca Benicio Del Toro, Kate Beckinsale, Atom Egoyan, Gael Garcia Barnel, Tim Burton...

Forever Cannes- 23'üne kadar!

Şanslı


Hayatta şanslı ve fantastik şeyler yaşayan insanlardanım. Hem de çok, hem de birçok konuda. Ama bugün, iş yerine "prosecco" gönderilen şanslılardanım. Evet, aynen kurye ile doğum günü hediyesi olarak prosecco geldi. Hemen eve gidip dolaba koyuyorum ve gelecek, beraber içmekten zevk alacağım, beraber içmenin keyifli olduğunu düşündüğüm kişilere çıkartmayı düşünüyorum. Elbette. Herkesle şampanya, prosecco içseydik, herkesin şampanyasını kabul etseydik, herkesle rakı masasına otursaydık, herkesle yemek yeseydik, herkesle balkonun trabzanlarından ayaklarımızı sallandırsaydık özel olanların ne kıymeti kalırdı ki? Özel olana özel, sıradana sıradan davranmak lazım. Herkese aynı muameleye gerek yok. Manasız.
Canımsın! Teşekkür ederim.

Sunday, May 9, 2010

Never on sunday: # 2

Her ne kadar never on sunday başlıklı olsa da yine de never on sunday'den epey uzak, epey yoğun ve yorucu bir gün olsa da yine de her şeyin ruhu never on sunday, yani her şey tiril tiril.

yemek, cavit, kutlama, biz, fantastik 4'lü, z., sekvotka, l.a.woman e., julius sezar, çirkin ama karizmatik erkek b., nafile kırmızı elbise arayışı, kırmızı bluz (uuuu. bana göre çok kapalı ama bir o kadar da seksi. dokudan herhalde), rakı, dışarda kadehler, karşıda insanlar, yoldan geçenler, kaldırılan kadehler, mutluluğu paylaşanlar, mutluluğu hissedenler, mutluluğu dileyenler, gülümseyenler, gülümsetenler, verilen hediyeler, yürekteki hediyeler, c'est l'intention qui compte, çekilen resimler, üflenen pastalar, gidilen mekanlar, söylenen şarkılar, içilenler, hediye edilenler shot'lar, edilen danslar, sabah saat 5 ...celebration!

Peki bitti mi? No! 5:30'da yatıp 8'de kalkıp sınava gitmek epey fantastik oldu. Ne gerek var bence de ama türk eğitim sistemi o kadar vahim ki her şey için sınava girmek gerekiyor. Ama genç türk milleti çalışmış hatta kapılara ailesi ile gelmişler. Bravo yani. En azından 23 yaşında koca koca kızlar oğlanlar tek başlarına gelememişler. Milletçe müthişiz resmen birey olarak yaşamayı öğrenmede! Peki ben çalıştım mı? Elbette hayır, her zamanki öğrenci halim olan tembelliğim ile yaydım (ayrıca yaymayıp ne yapacağım?) Ne var ki, benden genç benden ilgili öğretmenlerimi dinledim (ilgilerine teşekkür ettim), anladım, bir kez daha tekrar etseydim olacaktı herhalde ama işte insan 7sinde neyse 70inde de aynı oluyor. 33 olmuşum bu saatten sonra ders mi çalışan insan olacağım? Peh! Herhalde büyümek ile ilgili en güzel şey gitgide kendini daha az kandırıyorsun. Çocukken her okul yılının ilk haftası o yıl daha çalışkan bir öğrenci olacağımı düşünerek yepyeni kitaplar yepyeni defterler kalemler alır öyle hazırlanırdım, 10 gün sonra sonuç ortada; sınıfın en arkadasında sadece gevezelik yapıyorum.

whatever... her şey olur su yolunu bulur çok da kasmamak lazım, havalar ısındı zaten.

P.S. Bu yılın güzel sürprizi L.A. Woman E.'nin burada olmasıydı doğum günümde. Yıllar yılı doğum günlerimizde kavuşamayan bizler, kavuşmuş olduk, mutlu olduk. Ayrıca insan arkadaşını bu kadar mı iyi tanır; yanında bir şişe şampanya ile gelmiş güzel bir insan kendisi.

P.S. (2) Fantastik 4'lü hediye bombaları. Biri tam benlik, benim en çok ama en çok sevdiklerimden; diğeri ise tamamen ben değil. R.'nin İsveçli M. ve B.'ye tepkisi: "bravo yahu, bunu kim seçti?"

P.S. (3) Gecenin yarısı Z.'nin güzel sözleri: "bak biliyorum sen böyle şeylerin söylenmesini pek sevmiyorsun ama ...".

P.S.(4) Ya şu hayatta ne kasılıyor neden kasılıyor anlamıyorum ki? Almışım seni hayatıma, neyin kasım kasım kasılması, havalı hali? instead of making conversation darling hold me tight!


Yalnız bu blog şu sıralar biraz fazla "girly" bir şey oldu. Sıkıldım bu halinden. Streetzz bekle hatta çek al beni.

Saturday, May 8, 2010

(gece) çıkmadan önce # 2

in the cool of the evening
when everyhing is getting groovy
you call me up and ask me
would Ilike to go with you and see a movie?
first I say no, I've got some plans for tonight
and then I stop and say all right
love is kind of crazy with a spooky little boy like you

Friday, May 7, 2010

Bahar insanı ruh değişimleri

Bahar bence halen tam olarak gelmiş değil. Bu saatten sonra da biraz baharımsı hava yapıp sonra da sıcaklar başlar, yaz gelmiş olur. Ama yine de bahar ile havaların ısınması öten kuşların artması insanların hafif hissetmeleri sebebiyle her şey sanki bir ruh değiştirdi, hareketler, davranışlar hafifledi. Sanıyorum bende de başladı bu değişim. Hoş bence sadece bahar ile değil, sanıyorum ruhumun bahar, ruhumun sarhoş olması sebebiyle oldu. Oluyor.
Bombayı İsveçli M. patlattı kahkalar atarak: "kızların gazozuna ilaç atan Nuri Alço gibi oldun resmen. onun kız versiyonu diyelim." Gerçekten de öyle galiba. Ne yapayım ki ruhum sarhoş ruhum bahar, bir de bahar geldi çiçekler açıyor filan, cebimde gazoza atılacak hap, dilimde o bilindik cümle "pul koleksiyonumu görmek ister misin?. Elbette sıradan bir pul koleksiyonu değil, bayağı fantastik bayağı etkileyici bir şey ama yine de manası ve amacı aynı. Gideri var yani. Böyle de rezil insanım diyeceğim ama en yakınlarım da benim gibi rezil olduğu için, körle yatan şaşı kalkar. Değil mi?

uuuuuu love to love you baby....

Wednesday, May 5, 2010

Serin sabah


Sabahlar hala serin. Erkenden uyanıp hala balkonun kapısını açamıyorum. Belki gelecek hafta her şey daha da tiril tiril olacak. Kırmızı elbise arıyorum. Cumartesi gecesi giymek için. Şaşalı bir şey değil. Aksine dümdüz sıradan benim şaşa ekleyeceğim bir elbise giymek istiyorum. Nasıl bulsam nereden bulsam. Pır bir şeyler gösterse de B.'ye, B. "sevmez giymez onları" demiş. Doğrudur diye tahmin ediyorum.
whatever...kahvemi yudumlarken neler çıktı.
Hala serin sabahları. Isınsın artık.

Monday, May 3, 2010

Une petite folie a deux


En psychologie la folie a deux est une psychopathologie qui se manifeste par la transmission de symptômes psychotiques d'une personne à une autre. La vision délirante du monde de la personne souffrant de la psychopathologie est adoptée par la ou les personnes en contact avec elle. La folie à deux peut se produire par exemple dans une cellule familiale, où la mère (ou le père) souffre d'une psychose, dont certains des symptômes sont reproduits par les enfants. La folie à deux serait une forme a minima de l'hysterie collective.



p.s. fransızca bilen ve anlayabilenler (bilmek her zaman anlamayı gerektirmiyor) gaingsbourg "sorry angel" dinlesinler. hele sonlara doğru gainsbourg'un bir cümlesi vardır ki, işte folie a deux.

Sunday, May 2, 2010

Never on sunday: P.S. # 2

* kabus bir baş ağrısı ile uyanıp erguvanları kaçırdım. gerçi biraz daha vakti var ama kaçırmak istemiyorum, istemiyoruz. neticede erguvanlar istanbul'un bahar ve yaz arası bir zamanda en güzel taraflarından biri. yakında orman kalmazsa, kim bilir devlet belki denizleri kaplayıp İstanbul'u bambaşka bir şehre dönüştürebilir daha fazla ev, daha fazla beton daha fazla bina olabilir. neden olmasın? her yeri satılabilir zaten, en kötüsü asfaltın üstüne miniatürk saçmalığında bir miniaistanbul yapılır, yeni İstanbul da böyle bir şey olur.

* üzücü bir yemek (ki çok sevilen bir insana veda yemeği nasıl kötü olmaz? hem de bu hayattan veda. öyle şehirden veya ülkeden ayrılmak gibi basit şey değil) sonrası bana göre gayet gündelik bir kıyafetle (tayt, en sevdiğim çizgili, trençkot, spor ayakkabı) "mini" ile başlayıp arka sokağına ilerlemek, bitirmek, kapatmak, bomba insanlar bomba durumlar ...
z. - heyecanlı mısın?
anotherstar- hmm yok hiç değilim galiba.

* radyo programı, dinletisi, z., sesimin bana göre garipliği, yorumları, fantastik 4'lünün hisleri, göstermeleri, bilmem budur herhalde üzerimdeki acayip rahatlık. lady soul. ve evet türkiye soul'u keşfetti. teşekkürler adidas.