Ve beklenen oldu, yağmur yağdı, içimizdeki son yaz duygusunu da sildi. Ayrıca hava da artık soğukluğunu hissettirecek şekilde yaz hafifliğini kaldırdı. Önümüz ekim, bildiğin sonbahar. Kasım ile beraber kış geldi demek. Aralık-ocak-şubat zaten kara kış. Marttan itibaren de bahar beklentisi ile tekrar dönen hayat ve kim bilir kim nerede nasıl kiminle olacak? Soğuk hava, karlı hava ile olmasa da derdim, sabahların karanlık öğleden sonralarının ise gece olması beni yoran. Ruhumu, yüreğimi. Asıl derdim ruhuma sonbaharın gelmemesi. Onu atlatırsam sorun yok gibi- bir de şu ıslaklık hissi. hiç benlik değil.
Yağmur yağdı, sonbahar geldi, kış da yakında gelecektir. Aynen winter is coming!
p.s. bir de en büyük dert iki damla yağmur ile bütün şehrin çökmesi. oysa gerçek metropollerdeki gibi olsak, yağmur londra'daki, ny'taki, paris'teki gibi yağsa, hayatı felç etmeyip sadece akıp gitse bu kadar nefret edilen bir şey olmayacak aslında.
p.s. (2) soğuyan havanın en sıkıcı taraflarından biri de evin içinde çıplak gezinmenin, geceleri çıplak uyumanın sona ermesi. şayze! cidden şayze!
Friday, September 30, 2011
Thursday, September 29, 2011
gece # 6
"eve girsem hayatta çıkamam" korkusuyla eve girmeyip td'de hatta groove geçirilen vakit, doğumgünü kutlamayan boogie boy & u.'nın doğumgünü yemeği, alıştığımız şekilde kendi doğumgününde mutlaka başka yerde çalan u.'nun bu yıl ilginç olarak epey istediği ama haliyle katılamadığı yemeğin hünkar' da ailecek yenmesi, artık 20 yıllık bir arkadaşlıkla evlerine girip çıktığımız ö. ailesi, evlere şenlik nev-i şahsına münhasır pek sevdiğim anneleri, bir o kadar sevdiğim babaları, boogie boy ile iki londonian friends, yenilen yemekler, içilen rakılar, anlatılan anılar, bana kolundaki bileziğini vermeyen boogie boy, çıkışta yine td, eve dönenler gençler ve "ya ben şu u.'ya da uğrayayım artık nerede çalıyorsa, gidip doğumgününü kutlayayım" diye gidilen gereksiz bir beyoğlu barı, kulağıma çalınan billy idol, sarılıp öpüşüp kutlanan doğumgünü ile hala çorapsız elbise giyilecek eylül sonu gecesi kutlaması ve home sweet home...
Wednesday, September 28, 2011
Hem yogi, hem makrobiyotik hem de aptal
Hiçbir zaman sevdiğim, beğendiğim kadınlardan olmadı. Kocasının da en az kendisi kadar antipatik ve ruhsuz olduğunu düşünmekle beraber ortalıklarda dolaşmıyor oluşunu bu yüzden seviyorum. Amerika da geçtiğimiz yıllarda ölen Hollywood prodüktörü baba ile aktrisin kızı Gwyneth Paltrow'a ilginç şekilde bayılmıyor. Bayılmadığı gibi de epey dalga geçiyor. Orada burada ettiği garip laflarla, katıldığı televizyon programına yağlı bacaklarla çıkmasıyla, kılık kıyafetiyle. Bir dizi yapmışlar sarfettiği gerzek laflarla ilgili; cidden evlere şenlik zeka ve şuursuzlukta kendisi..." I'd rather smoke crack than eat cheese from a tin" veya "taking care of yourself is being there for your kids, like how on a plane, they tell you to put on your oxygen mask first", yahut "I would rather die than let my kid eat Cup-a-Soup" ya da "I am who I am. I can't pretend to be somebody who makes $25,000 a year" gibi. Peynir yemği ağır uyuşturucu almakla bir tutacak kadar beslenme takıntılı, yaptığı yoga ve kabbalah eğitimleri ile çok mütevazi bir hayatı olduğunu dillendirip sonrasında neredeyse zengin olmayanlarla dalga geçercesine ettiği laflar güvensizlik ve tabii aptallığının da göstergesi. Biraz rahat olunmalı ya hayatta, hayat kısa, kasmamalı bu kadar. O kadar sıkıcı ki. Ayrıca söylüyorum o loser kocası ile de kesin mutsuz- doğurduğu çocuklara rağmen ...
Tuesday, September 27, 2011
Sabah egzersizi : " fill in the blanks"
Sunday, September 25, 2011
Never on sunday # 11
eylül sonuna rağmen hala yükselen gün ışığı, hala insanı bir şekilde mutlu eden gece esintisi, cumartesi gecesi yemeği, zübeyir, rakı mutluluğu, g. leopard lover, bol bol anlatılanlar, anlatılanlara yorumlar hatta tatlı zorlamalar, "sakın ihmal etme"li cümleler, hırt gözüken şefkatlilerin buluşması, münferit, kulübe dönüşmüş bir münferit, dışarlara taşan müzik, dışarlara taşan insanlar, yemek yemediğine kanaat getirdiğimiz yeni vogue türkiye transferleri ile bir de o pembe bulutun ardında söylenmeyen vogue türkiye gerçekleri, nedense tarz olmayı fazlasıyla zorlama ile karıştırıp neticede sadece moda takipçisi olarak kalan yeni transfer vogue türkiye kızları, sakallı karşı cins-elbette-, g. leopard lover ile konuşurken, beğenirken, anlatırken hayatının ne kadar küçük olduğu gerçeğinin bir kez daha kendini hissettirmesi ile;
bir kez daha gereksiz insanlara gereksiz şekilde yüksek değer biçmenin yanlış olduğunun anlaşılması, kütüphanenin halledilmemiş olması sebebiyle hala toparlanmayan, yerde kitap ve cdlerle dolu salon; antep'ten bir türlü dönmeyen sevgi abla ve bir türlü yapılamayan temizlik ; bilinci ve hareket alanı kocası ile şekillenen ama tuna kiremitçi/elif şafak/evrenden torpilliyim minvalinde kitap okuyan ev kadınlarının "çocuğu özgür bırakıyoruz biz" saçmalıklarıyla büyüttükleri şımarık ve sevimsiz çocuklar ; heyecanla beklenen haberler ; kestane su siparişi ; deniz hissi ve never on sunday,
sıkıcı never on sunday p.s. #1 benim için kaale alınacak televizyon dizisi the sopranos ile sınırlı olduğundan o zamanki guilty pleasure'm sopranos ve tony soprano da bitince pazar günleri/tatil günlerinde korsan dvdciden alınmış prison break, dexter mexter gibi gereksiz ve hatırlanmayacak dizilerle geçirilen vakti aynen dizilerin kendisi gibi gereksiz buluyorum.-yürek tüketen lost'u zaten geçiyorum artık- ta ki yine hbo imzalı games of thrones 'a kadar. evet, sean bean'li games of thrones için kaliteden, farklılıktan bahsedilebilir ama yukardakiler (ve misalleri) o kadar sıradan ki harcanan elektriğe, yorulan gözlere yazık. ha, true blood ve fangbang halim soruluyorsa; onu da sadece eric northman (yani alexander skarsgard) ve sıklıkla boyundan ısırılan ateşli yatak odası sahneleri için seyrediyorum. gerisi benim için boş, ilgileniyorum desem yalan olur. bu da yeni guilty pleasure'm olur.
bir kez daha gereksiz insanlara gereksiz şekilde yüksek değer biçmenin yanlış olduğunun anlaşılması, kütüphanenin halledilmemiş olması sebebiyle hala toparlanmayan, yerde kitap ve cdlerle dolu salon; antep'ten bir türlü dönmeyen sevgi abla ve bir türlü yapılamayan temizlik ; bilinci ve hareket alanı kocası ile şekillenen ama tuna kiremitçi/elif şafak/evrenden torpilliyim minvalinde kitap okuyan ev kadınlarının "çocuğu özgür bırakıyoruz biz" saçmalıklarıyla büyüttükleri şımarık ve sevimsiz çocuklar ; heyecanla beklenen haberler ; kestane su siparişi ; deniz hissi ve never on sunday,
sıkıcı never on sunday p.s. #1 benim için kaale alınacak televizyon dizisi the sopranos ile sınırlı olduğundan o zamanki guilty pleasure'm sopranos ve tony soprano da bitince pazar günleri/tatil günlerinde korsan dvdciden alınmış prison break, dexter mexter gibi gereksiz ve hatırlanmayacak dizilerle geçirilen vakti aynen dizilerin kendisi gibi gereksiz buluyorum.-yürek tüketen lost'u zaten geçiyorum artık- ta ki yine hbo imzalı games of thrones 'a kadar. evet, sean bean'li games of thrones için kaliteden, farklılıktan bahsedilebilir ama yukardakiler (ve misalleri) o kadar sıradan ki harcanan elektriğe, yorulan gözlere yazık. ha, true blood ve fangbang halim soruluyorsa; onu da sadece eric northman (yani alexander skarsgard) ve sıklıkla boyundan ısırılan ateşli yatak odası sahneleri için seyrediyorum. gerisi benim için boş, ilgileniyorum desem yalan olur. bu da yeni guilty pleasure'm olur.
Friday, September 23, 2011
Wednesday, September 21, 2011
Eylül biterken yaz biterken hiçbir şey aynı değilken
Yazı sevmiyorum, sıcak günlerde 45 derecede güneşin tepemde olmasından zerre hazzetmiyorum ama hafifliği seviyorum, tiril tiril olabilmeyi seviyorum. Ama her şeyden çok sabahları uyandığımdaki güneşin yükselişini, günün erken başlamasını, öten kuşları o garip "bahar sarhoşluğu" hissini seviyorum. Ve sonbahar ile beraber çöken karanlığı, başlamayan günü, yağmuru hiç sevmiyorum. J.A.'ya her seferinde "sonbahar hasat dönemidir, güzeldir" dediğinde gülmüş olsam da bu sefer belki de böyle. Değişen o kadar şey var ki ... Yazarım birkaç güne belki ama nedense hep o "ben senin iyiliğini istiyorum" cümlesini sarfedenlerin samimiyet yoğunluğu o kadar ağır ki iyiliğinin ne kadar dilendiğinden emin olamıyorum.
ama eylül biterken, yaz biterken, j.a.'nın doğumgününü kutlarken başka bir sonbahar yaşarken...
ama eylül biterken, yaz biterken, j.a.'nın doğumgününü kutlarken başka bir sonbahar yaşarken...
Monday, September 19, 2011
Sabah sabah "paşamın emrine amade"
Elbette bir şekilde bir yerlerde mutlaka sistemin parçasıyız, onun içinde dönüyoruz. Sistemin parçası olmak sadece bugüne özgün bir olay değil. İktidar olduğu andan itibaren insanoğlu doğal olarak iktidar sahibi olana, kendisine ondan bir parça almaya, kendisini onun yanında gösterip yönetenlerden olma arzusunu yitirmeden tarih yaşanıp gidiyor. Dediğim gibi bunların doğal yani insanın doğasında olduğunu düşünüyorum. Ancak her birimiz bir şekilde öyle veya böyle sistem içerisinde yaşarken önemli olan şey haysiyet. Haysiyetten ne kadar kaybediyoruz, ne kadar kaybetmeden sonuçlara da katlanarak yaşıyoruz? İşin can alıcı kısmı bu değil mi? Yoksa bazı şeyleri yapmak ne kadar kolay aslında? Yani sevilmek için arkadaşa yaranmak, herkese güleryüz gösterip her şekilde "en yakın arkadaşım" demek, patrona yağcılık etmek, alkışlamak, "aaa hayır siz en güzel en başarılısınız" demek, yöneten güce hiç itiraz etmeden ondan kazanacaklarını düşünerek onun yanında yanlış olduğun bilerek yer almak, vs vs ...
Bu sınırlar içerisinde Koç Ailesi'ni, Koç Holding'i bilmeyen herhalde yoktur. Benim zenginliklerine hiç itirazım yok, Allah daha da arttırsın ama bazı şeyler silinemiyor değil mi tarihin sayfalarında. Hem ülkeler tarihinin hem de kişisel tarihlerin sayfalarında yaşanmış olan yaşanmış oluyor, bir daha da silinemiyor. Leke leke olarak kalıyor, güneş balçıkla sıvanmıyor çünkü tarihte hiçbir şey bir kez daha aynı şekilde yaşanmıyor. Vehbi Koç bu satırları yazarken belki aklından 1980 darbesi ile eline geçecek ticari ve siyasi çıkarları geçmiştir ama belki de o karanlık günlerin geçeceğini, bunun yıllar da alsa siyasi şartların, dünyanın sosyopolitik durumunun, ülke politikalarının ve tabii politikacılarının hiçbir şekilde sonsuza kadar sürmeyeceğini düşünmemiştir. Ve belki de 30 yıl olsa bu kadar özel bir yazışmanın bu kadar şahaser bir sanat işine düşüneceğini tahmin edememiştir. Hem de sponsor oldukları Bienal 2011'in açılışında. Oh mon dieu! Şampanyalı açılışlara itirazım yok, gidip kendimi göstermeye de bayılıyorum ama biraz da haysiyet değil mi? Haysiyeti kaybetmeden de o şampanya içilir, sergilenen duruşun da sonucuna katlanılır. Her daim olduğu gibi. O halde Kamusal Sanat Laboratuvarı 'na tebriklerimizle...
tarih 3 Ekim 1980, imza vehbi koç, muhatap kenan evren
Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatı teçhiz edecek ve onu kuvvetlendirecek imkânlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkarılmalıdır. İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler, göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır. Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim. “
Bu sınırlar içerisinde Koç Ailesi'ni, Koç Holding'i bilmeyen herhalde yoktur. Benim zenginliklerine hiç itirazım yok, Allah daha da arttırsın ama bazı şeyler silinemiyor değil mi tarihin sayfalarında. Hem ülkeler tarihinin hem de kişisel tarihlerin sayfalarında yaşanmış olan yaşanmış oluyor, bir daha da silinemiyor. Leke leke olarak kalıyor, güneş balçıkla sıvanmıyor çünkü tarihte hiçbir şey bir kez daha aynı şekilde yaşanmıyor. Vehbi Koç bu satırları yazarken belki aklından 1980 darbesi ile eline geçecek ticari ve siyasi çıkarları geçmiştir ama belki de o karanlık günlerin geçeceğini, bunun yıllar da alsa siyasi şartların, dünyanın sosyopolitik durumunun, ülke politikalarının ve tabii politikacılarının hiçbir şekilde sonsuza kadar sürmeyeceğini düşünmemiştir. Ve belki de 30 yıl olsa bu kadar özel bir yazışmanın bu kadar şahaser bir sanat işine düşüneceğini tahmin edememiştir. Hem de sponsor oldukları Bienal 2011'in açılışında. Oh mon dieu! Şampanyalı açılışlara itirazım yok, gidip kendimi göstermeye de bayılıyorum ama biraz da haysiyet değil mi? Haysiyeti kaybetmeden de o şampanya içilir, sergilenen duruşun da sonucuna katlanılır. Her daim olduğu gibi. O halde Kamusal Sanat Laboratuvarı 'na tebriklerimizle...
tarih 3 Ekim 1980, imza vehbi koç, muhatap kenan evren
Yakalanan anarşistlerin ve suçluların mahkemeleri uzatılmamalı ve cezaları süratle verilmelidir. Polis teşkilatı teçhiz edecek ve onu kuvvetlendirecek imkânlar genişletilmeli, gerekli kanunlar bir an önce çıkarılmalıdır. İşçi-işveren ilişkilerini düzenleyecek olan kanunlar asgari hata ile çıkarılmalıdır. Bazı sendikaların Türk Devleti’ni ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıkları aşırı hareketler, göz önünde bulundurulmalıdır. DİSK’in kapatılmış olmasından dolayı bir kısım işçiler sendikal münasebetler yönünden bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak davalarını devam ettirmek niyetindedirler. Bu durum bilinerek hazırlanacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır. Komünist Parti’nin, solcu örgütlerin, Kürtlerin, Ermenilerin, birtakım politikacıların kötü niyetli teşebbüslerini devam ettirecekleri muhakkaktır, bunlara karşı uyanık olunmalı ve teşebbüsleri mutlaka engellenmelidir. Zatıalilerine ve arkadaşlarınıza muvaffakiyetler temenni ediyorum. Emrinize amadeyim. “
Sunday, September 18, 2011
Never on sunday # 10
yazın son düğünü, alice in chains h. 'in düğünü, cumartesi, "ciddi düğün kıyafeti mi giyinsem yoksa gideri olan kıyafetlere takıp tıkıştırsam mı" diye düşünürken, bir türlü marilyn monroe bukleli saçı yaptıramamam, "aman geç kalmayalım" derken nikahı kaçırıp eğlenceye ancak yetişebilmek, bornozlu çirkin ama karizmatik erkek b. ve payetli isveçli m.'nin seda sayan hali (oh beybi!), heidi klum'dan hallice derken apaçi dansı ile kalpleri fetheden b., forever julius sezar, "eve dönmeyelim" diyen g.g. ve düğün kıyafetleri ile koridor ve tabii bir sürü tanıdık ve tabii daha dün gideri olup bugün gözüme bile çarpmayan bir sürü karşı cins; bir şekilde -geceleri- epeyce az çıktığım bir yaz mevsiminin çıktığıma sevindiğim eğlendiğim gecesi, demek ki yavaş yavaş geri geliyor gece çıkma arzum düşüncesi, aslında hafiflik ve keyif halini istemek; yopuklu ayakkabı tahammülsüzlüğü, "missoni saved my life" ama asıl "gold saved my life"; sakalın bir erkeği nasıl olur da şekle soktuğuna inanamamayıp allah'tan isveçli ile aynı fikirde olup da oje gibi bir gerzeğin dahi şekilde çekici gelmesina şaşıp nihayetinde ayrılırken kendimi tutamayıp "olmuş ya bu sakal" gibi ilerde bana yapışma ile geri dönecek bir davranışta bulunmam gösteriyor ki karşı cins beğenimdeki aşil noktam sakal diyerek cuma gecesi yemek, e., gina, kendimi vermemek için resmen zaptettiğim j.a.'nın hediyesine kavuşma ile never on sunday... ha bir de "o kedi bu masaya gelecek" ile "I have a special feeling for you"...
Wednesday, September 14, 2011
Sabah sabah Marilyn
Sabah sabah çok güldüm. Geçen gün konuşurken ve tabii ben her zamanki gibi saçımı geriye doğru atarken J.A. bir anda "komik gelecek ama bu halinle Marilyn Monroe'ya benziyorsun" dedi. Rengi platin olmasa da, kısalığı ve dalgaları öylesine yapılı olmasa da bence de benziyor ki zaten ben kendisini bayağı beğenenlerdenim. Kaderi, yaşadıkları, sürekli sevilme arzusu, bu sevilme arzusu ile yaşadığı talihsiz aşkları ve tabii ölümü epey hüzünlü ve o modern tarih algısı içerisinde yer etmiş en platin en seks bombası en arzu edilen yer yer rahatsız edici görüntüsü haricinde epey güzelce bir kadın. Sabah sabah da benim ona gönderdiğim bir Marilyn resmi üzerine e-mail atmış "aslında geçen gün dediğim saçların dışında halin tavrın da benziyor" diye. Ne diyeyim; hem çol güldüm hem de "JFK ile, Frank Sinatra ile aşk meşk tamam da aman kaderim benzemesin" dedim. Her şeye rağmen parıltıların altındaki, ağırlığını taşıyamadığı seks bombası paltosunun içindeki doğduğu isimle Norma Jeane Mortenson güzel bir kadın.
Monday, September 12, 2011
Bu "12 eylül" o "12 eylül" mü?
12 Eylül gibi katastrofik bir tarihin bu topraklar için ne olduğu gerçeği A. Ailesi için belki de daha ağırdır. Tüm yaşananlar, sistemin sıkıştırması, yıllarca süren zorlu mücadele derken bir şekilde değişen aynı akmayan hayat. Bugün J.A. ile konuşurken, durumları değerlendirirken aklımdan 12 eylül 1980 ile beraber 31 yıl geçti ve "hiç aklına gelir miydi bugünün böyle olacağı?" diye sordum. Gülümseyerek "çok zorlandık nefes alamadık ama biliyorsun benim hep bir deli şen halim vardır; inanırım" dedi. Gülümsedim. İçtenlikle, uzun zamandır olmadığı kadar büyük bir güvenle. Yoksa bu 12 eylül, o 12 eylül mü? İçten değişimin, bir süredir sertleşmiş kabuğun kırılışının. Qui sait?
p.s. doğumgünü geliyor kendisinin. 20'si. heyecanla hediyeyi verebilmek için bekliyorum. bu sebeple beş parasızım ama yine de çok eğlenceli. arkası yarın.
p.s. doğumgünü geliyor kendisinin. 20'si. heyecanla hediyeyi verebilmek için bekliyorum. bu sebeple beş parasızım ama yine de çok eğlenceli. arkası yarın.
Sunday, September 11, 2011
to whom it may concern # 15
Never on sunday # 9
by mario testino, rio
yaz bitmeden, bitmeye yüz tutmuşken, "her şeyin kendi zamanında olduğu gerçeğini" bir kez daha kabul etmişken, önümüzdeki günler iyice ilginçleşiyorken, mayıs itibariyle düşündüğüm, hissettiğim, dilediğim kendini gösteriyorken, yaz sanki pek sakin ama bir o kadar kendinden emin geçmişken, biraz esintiye, fulara, ince ceketlere asla itiraz etmeden karanlık ve depresif kış sabahları gerçeğini mümkün olduğunca erteleyebilme çabası içindeyken, kim bilir belki de j.a.'nın dediği gibi "olur mu çocuğum, sonbahar dediğin hasat zamanıdır, her şey yeniden başlar" gibi görmek gerekirken, cuma cumartesi ve tabii pazar gayet harvest geçmişken, yine de her şeyden önce nefes alıp sakince hareket etmeli. hasatı ziyan etmemek için...
harvest for the world- the isley brothers
yaz bitmeden, bitmeye yüz tutmuşken, "her şeyin kendi zamanında olduğu gerçeğini" bir kez daha kabul etmişken, önümüzdeki günler iyice ilginçleşiyorken, mayıs itibariyle düşündüğüm, hissettiğim, dilediğim kendini gösteriyorken, yaz sanki pek sakin ama bir o kadar kendinden emin geçmişken, biraz esintiye, fulara, ince ceketlere asla itiraz etmeden karanlık ve depresif kış sabahları gerçeğini mümkün olduğunca erteleyebilme çabası içindeyken, kim bilir belki de j.a.'nın dediği gibi "olur mu çocuğum, sonbahar dediğin hasat zamanıdır, her şey yeniden başlar" gibi görmek gerekirken, cuma cumartesi ve tabii pazar gayet harvest geçmişken, yine de her şeyden önce nefes alıp sakince hareket etmeli. hasatı ziyan etmemek için...
harvest for the world- the isley brothers
Friday, September 9, 2011
Yaz okuma listesi
Thursday, September 8, 2011
Sabah # 2
mutfaktaki pencere. bikini üzerine geçirilen basit bir gömlekle gidip cornetto marmellatta aldıktan sonra geri dönüp yapılan kahvaltı. gerçekten de bazı şeyler basit olmalı hayatta.
Wednesday, September 7, 2011
Dönüş ve hayat
calabria, tropea, ev, virginie, roberto ve tabii vittorio, mutfaktaki yuvarlak pencere, deniz, denizin güzelliği, le roccette plajı, daracık tropea sokaklarında araba maceraları, bankta oturan pek kımıldamayan calabria insanı,mutlaka corriera del sud , corriera dello sport okuyan calabria'lılar, calabria aksanı, koyu tenli şişman altın kolyeli calabria insanı, kadınları, erkekleri, yüzmeyen, denize bütün mücevherleri ile giren ama kafasını suya sokmayan ama saatlerce güneşin altında konuşan italyan insanı, balık, bira, pinturicchio & lido del nonno'da şahane yemek derken asıl maurizio'nun evde pişirdiği balsamik sirkeli etin lezzeti, v. ile 15 yaş kız çocuğu eğlencesi, vittorio'nun komiklikleri, vittorio'nun deniz maceraları, vittorio'nun komik anotherstar telaffuzları, vittorio'nun komik bebek yemekleri, italyan evlerinin hiç kapanmayan kapıları, her sabah oda penceresi altındaki çöpleri 5'te almaya gelen ama her halukarda mafya ve calabria'nın devam eden çöp sorunu vs fazlasıyla önemsizdi çünkü her şey zaten "ev" gibiydi, her şey keyifliydi ve belki de yıllar sonra istanbul'a dair herhangi bir şeyin aklıma dahi gelmediği günlerdi... ha bir de 6 saatlik alitalia rötarı ile sabah 6'da istanbul'a gelip valizin çıkmaması bomba olsa da bu bile keyfimi bozmadı. öyle ki havalanında saatlerce beklerken bile...
Subscribe to:
Posts (Atom)