Friday, September 26, 2008
Yarın sabahtan itibaren....
Cuma eğlencesi # 25
Anna Wintour ve André Leon Talley. Bunlar bir dönem kavgalılardı ama barış halindeler uzun süredir. Adam ağır ve her an iğnesini en derine batıracakmış gibi duran geylerdendir (asla péjoratif anlamda söylemiyorum. aman derim). Kendisi bir dönem Louis Vuitton kaşkol takıyordu 5 metre uzunluğunda, resimlerde boynunda sanki anaconda taşıyormuş gibi duruyordu: üzerinde kocaman LV harfleri olan, upuzun bir anaconda. Bence feci çirkin mankenlerden Anouk Lepère ve vah vah kıyafet hali. Ayakkabıları çok beğendim de o beyaz durumu nedir? Elbisenin göğüs dekoltesi çok güzel tamam ama gerisi, o beyazlık, o beyaz iğrenç külotlu çoraplar ve o saç filan. Çok da kötü pek de kötü. Belçikalı diyorum ve geçiyorum.
Tanım
Thursday, September 25, 2008
Küçük yalanlar büyük yalanlar
"Annemler tatilde"
" Babam Paris'te"
" Babam iş için yurtdışında"
Bunları çocukken çok duydum ben. Hiç söylemedim ama çok duydum o zamanki arkadaşarlarımdan. Yılbaşları, doğumgünleri veya öylesine bir akşam yemeğinde oyun oynarken mutlaka gelirdi bu konular. Ve yine mutlaka istisnasız şekilde yemek sonrası salonda oynanırken benim yaşıtım olan bir başka "annesiyle yaşayan" çocuk bu lafı ederdi: benim babam Paris'te. Sonra da diğerleri eklenirdi; "benimki askerde", "benimki kanada'da" diye. Bir tek ben demezdim çünkü ben biliyordum ki benimki Paris'te filan değil, hapishane adı verilen iğrenç soğuk siyah bir yerdeydi.Diğerlerinin babalarıyla beraber. İşin boktan tarafı hepsi benimkinin hapishanede olduğunu bilirdi de kendilerininkini bilmezdi. Benim de söylememem gerekirdi.
Bana diğer çocuklara söylendiği gibi yalan değil gerçek söylenmişti. İyi ki de öyle yapılmıştı çünkü hem bu süreç içerisinde babamı görmeye gidebilmiştim (diğerlerinin babalarını da görür, görüşe eğlence getirirdim) hem de yıllar sonra her şey ortaya çıkınca diğerlerinin ailelerine karşı yoğun şekilde yaşadığı "aldatılmışlık" ve "güvensizlik" duygularını yaşamadım. Belki küçük bir çocuk için hiç anlanlandıramadığı bir dünyada gerçeği bu kadar soğuk bir şekilde bilmek zordu ama bence en doğrusuydu. Belki de bu yüzden bugün de bana karşı yalan söylenmediği için ben de söylemem, bana da söylenmesini istemem. Gerçeğin yarasını sarmak daha kolaydır ama yalan her zaman yalandır, yalan olduğu gerçeğini ise değiştirmeyecek olandır.
Dün akşam "O ano en que meus pais sairam de ferias" filmi vardı. Seyretmemiştim kaç zamandır da istiyordum, salı gecesinin hareketliliğinden sonra sakinlikle seyretmeme vesile oldu.
Film güzel bence ama biraz daha farklı diğer bu "temalı" filmlerden. Belki musevi cemaatinin etkin varlığı olabilir bu farklılık ama yine de güzel film. Filmin ana kahramanı çocuğa da "annenler tatilde" dendiği için bazı şeyleri anlamakta güçlük çekiyor, neden beni güzel bir şey "tatil için" bırakıp gittiler ve beni almadılar diye düşünüyor. Benim çocukluğumdaki "baban paris'te" yalanı söylenmiş her çocuk bunu düşündü, Paris'ten değil de hapiste olduğunu öğrenince de büyük kıyametler koptu "bana nasıl yalan söylersiniz?" diye.
Filmin bana göre ilginç yanı kahramanın tek çocuk olması. Kendi başına kalakalıyor, kendine bir bir dünya yaratıyor, kendince yaşamaya ve de en önemlisi hiç bilmediği yalnız bir dünyada, yalnız bir evde ayakta kalmaya çalışıyor. Burası bana uygun çünkü benzer şeyler oldu bizim aile yaşantımızda. Sonuç ise şuraya geliyor tek çocuklar güçlü ve sağlamdırlar çünkü bilirler ki arkalarını toplayacak ağabey veya ablaları yoktur. Şımarıklık? Tartışılır çünkü tek çocuk olmayıp da şımarık olan çok insan gördüm ben ( ha ben şımarık mıyım? evet ama iki-üç kardeşli olanlardan daha fazla değil ama daha az da değil).
whatever
Sabah sabah sanki hüzünlü gibi oldu ama değil. Aksine sahip olunanlar için güzel ve heyecanlı.
Motto # 21
katherine hepburn- I don't smoke, I only drink champagne when I'm lucky enough to get it, my hair is naturally natural, I live alone... and so do you.
Wednesday, September 24, 2008
Hani
Gecenin sürprizidir, bittiğim andır.
Tuesday, September 23, 2008
Wish list # 10
Kış geliyor ve turşular ortaya çıkıyor. Gerçi her mevsim, her gün yiyebilirim ama kışın daha lezzetli sanki.
Seviyorum, mümkünse her gün yemek istiyorum hatta suyundan da istiyorum. Ve elbette acılı olmalı turşu denilen şey. Bu saatte giyinmiş ve Fantastik 4'lü buluşmasına gidecekken çıkıp alamam ama yarını kendime tatil ilan etmeyi, Galatasaray'a doğru uğramayı düşünüyorum. Turşuuu......wish list'imde ilk sırada....
Sabah keyfi # 12
Nereye kadar gidecek böyle..? Until the end of the world ?
Yıl 1991...
Seksenler boyunca gelen rock geleneğini kırarak 1991 yılında bambaşka bir albüm çıkartıyor U2. Achtung Baby. Kimileri bayılırken kimileri nefret ediyor, geleneksel rock müziğine ihanet ettiklerini düşünüyor. Ben kimi konularda sabit fikirli olduğum için nefret etmesem de pek sevmiyorum albümü. Sonra sonra yıllar sonra albümü daha çok dinleyip seviyorum. Fakat ne olursa olsun, kim ne derse desin (ki buna ben de dahilim), o gerzek renkli gözlükleri ile ortalıklarda dolaşıp kafasına saç ektiren Bono şarkı sözleriyle fark yaratabilen gerçek bir şair.
O yüzden Until The End Of The World olsun sabah keyfi ve çalarken giyinmeye gideyim.
Haven't seen you in quite a while.
I was down the hold, just passing time.
Last time we met was a low-lit room.
We were as close together as bride and groom
We ate the food, we drank the wine.
Everybody having a good time...except you.
You were talking about the end of the world.
I took the money, I spiked your drink.
You miss too much these days if you stop to think.
You led me on with those innocent eyes.
And you know I love the element of surprise.
In the garden I was playing the tart.
I kissed your lips and broke your heart.
You, you were acting like it was the end of the world.
In my dream I was drowning my sorrows.
But my sorrows they learned to swim.
Surrounding me, going down on me.
Spilling over the brim.
In waves of regret, waves of joy.
I reached out for the one I tried to destroy.
You, you said you'd wait until the end of the world.
Monday, September 22, 2008
Hafta başı eğlencesi: emmies
Kendisini beğenmediğim ama elbisesini beğendiğim kadın. Badgley Mischka. Güzel elbise, siyah, kabarık. Tamamdır benim için.
MTV'nin aptal amerikan zengin gençliğinin yıldızlarından adını bilmediğim bir şey. Kendisi muhtemelen 18-19 yaşında ama aynen bugün bu okula başlayan 90lı kızlar gibi kart duruyor. Elbise kendi tasarımıymış. Özelliksiz, kötü kesilmiş, kumaşın harcandığı bir elbise. Kızı da ayrıca şişman göstermiş.
Bence olabilecek en güzel kadınlardandı ama ameliyatlar, botokslar ve sıfır beden kaygısından gitgide çirkinleşmiş bir Saffron Burrows. Nasıl güzel bir kadındı, özellikle de Troya filminde Andromaque rolündeki haliyle. Saçları kötü, saçlarının kesimi taranması kötü elbisesi sıradan.
At the end of the day, büyük elbiseler büyük tasarımlar olmayan bir emmy ödülü gider şubat ayında oscar töreni gelir.
Eylül sonu ekim başı
Kuyrukta beklemeler, kadife perdelerin arkasında yapılanlar, yan kapıdan girmeye çalışmalar, saat 19'da başlayan ve tüm gece bira içme hali (ki yerlerde sürünülürdü), iğrenç polka yapan almanlar, herkesin bir şekilde birbirini tanıdığı beyoğlu/karaköy yabancı okullarından olan bizlerin bir kez daha birbirini yakinen tanıması, vs ... Galiba en son lise 1'de gittim sonra da bir daha oktober fest'e gitmedim, muhtemelen de o zamanlar içtiğim kadar da içmedim.
Az önce benden, bizden çok daha iyi türkçe konuşan yeni öğretim yılı sebebiyle vatanından dönen Christophe gelip de anlatınca oktober fest diye içim bir garip oldu; o zamanki halimi, giydiğim kot pantalonu (ki bugün kot giymem) , deri ceketimi, B.'den aldığım ciak marka kovboyları hatırladım... Heyt be, gayet tıfılmışım.
Dream on # 5
Sabah sabah kendime güldüm, Frankie'ye güldüm, maillere bakarken D.'den gelen komik Londra e-mailine güldüm, hatta kahkahadan kahve ağzımdan fışkırdı narin beyaz mac'ımin üstüne gelecek diye korktum ve yine güldüm kısacası gülerek uyandım.
Ben ve kozmonot. Where do we go from here? Na na na nanaanaa (incognito)
Sunday, September 21, 2008
Never on sunday # 12
cumartesi, sabah antrenmanı, j.a. doğum günü, islam eserleri müzesi, arkeoloji müzesi, four seasons, earl grey, a piece of cake with a candle on,
ayrıca bir sürü bir sürü ufak olay, eğlenceli olay, keyifli olay, tutkulu olay...
Friday, September 19, 2008
Gece-sabah
sabah, erken, toplantı, mintan, anna wintour, ofis taşınması, yine, yeniden, sıkıcı;
cuma, salvador dali açılış (aptal cumhurbaşkanı prokotolü olmadan), hazırlanış, giyiniş, elbise, hangisi?, frankie, frankie, frankie
ve yine sabah
Thursday, September 18, 2008
Büyük keyif
Yağmurun ardından
Yağmurun ardından hayat normale döndü. En azından bir süreliğine. Sonbahar geldi artık, Londra öncesi Hunter'ları deneme zamanıdır.
Et pr le p't déj... daha karar vermedim ne yesem diye ama kahve mutlaka....
Tuesday, September 16, 2008
Gönlümü çalan
Londra'ya gidince buluyorum kendisini, çaldığı yeri, mekanı, elini sıkıp tanışıyorum. O kadar gönlümü çalan adamdır yani.
Morning ya. Morning. Bu kadar mı heyecanlanabilirim, elim ayağım tutmayabilir şarkıyı duyunca? Demek ki müziğin böyle bir gücü varmış. Kimi bünyelerde.
Sabah: muhtelif siyahlar
Gözlerimi açamadığım şu saatlerde kahvemi içmek ve gözlerimi aralayabilmeyi istiyorum.
Black coffee'mi içerken renkleri ve tadı ile aklımı alabilen blueberry ve de dün gecenin yıldızı Amy Winehouse.
I go back to black... Gerçekten modern zamanların en güzel şarkılarından. Siyah bir elbise giyeyim bari bugün. Üzerinde leopar desenli bir fular ki bayılıyorum.
he left no time to regret
kept his dick wet
"with his same old safe bet
me and my head high
and my tears dry..."
get on without my guy
you went back to what you knew
so far removed from all that we went through
and I tread a troubled track
my odds are stacked
I'll go back to black
we only said good-bye with words
I died a hundred times
"you go back to her
and i go back to....."
I go back to us
I love you much
it's not enough
you love blow and I love puff
"and life is like a pipe
and I'm a tiny penny rolling up the walls inside"
we only said goodbye with words
I died a hundred times
you go back to her
and I go back to
black, black, black, black, black, black, black,
I go back to
I go back to
Monday, September 15, 2008
Zeytinyağı taş baskısını artık Balmumcu'da yapıyor
Ha bu arada öğrendim ki kendisi sosyologmuş. Yıkıldım haliyle. Ulan biz okuduk o kadar deliler gibi bu adamla aynı kefeye mi konulacağız? Vay kahpe kadar.
Neyse sabah şöyle gazeteleri karıştırırken yeni resmi yeni pozu yeni aşk dolu ya da aşık olmak ister gibi ifadesi gözüme çarptı, koymadan edemedim. Şu Sabah da ilginç gazete. Bir geri dönüş, yuvaya dönüş var gazeteye; parasından mıdır gücünden midir bilemedim ama bilirim ki Sabah coştu. Kendisinin patronu ile hem F.A. aracılığı hem de kendi aracılığım sebebiyle hukukum, gayet öğleden sonra odasında viski içmişliğim vardır. Yine bir uğradığımda alt kata geçip "haşmet bey merhaba büyük hayranınızım" diye elini sıkıp kıkırdamak istiyorum.
Of ki of yani Haşmet! Lütfen bana doğru gözlerini kısarak bakar mısın? Gözlerinin altındaki kırışıklıklar çıksın seni daha da olgun gösteriyor.
Sunday, September 14, 2008
Orada olmayan
Uzun zamandır seyrettiğim en güzel filmlerden biriydi.
Öyle kolay kurgulu bir film değil. Ayrıca Bob Dylan hakkında bayağı bir bilgi sahibi olmak gerekiyor anlayabilmek bazı sahneleri takip edebilmek için. Fakat ben çok beğendim. Belki de her sahnede daha önce okuduğum, gördüğüm, dinlediğim, tanıdığım bir "şey" olduğu için çok sevmiş olabilirim. Cate Blanchett tamam da diğer herkes iyi oynuyor. Sadece kadın erkek kılığına girdi diye oscar vermeler filan gereksiz bence (yeteneksizin önde gideni gywneth paltrow'a nasıl o gerzek shakespear in love filmindeki rol için verdiler akıl almaz şekilde).
Todd Haynes'in sadece Velvet Goldmine' ını seyredip bayılmamıştım ama bu film cidden olmuş.
... Alan Ginsberg, Joan Baez, Woody Guthrie, Black Panthers, Huey Newton, Londra, otel, otel odası, The Beatles, like a rolling stone, knockin' on heaven's door, one more cup of coffee...
Filmi anlamamı sağlayan yıllardır katkılarını eksik etmeyen Roll dergisine, Dual pikapa, yıllar yıllar yıllar önce okuduğum Joan Baez'in otobiyografisine, Marianne Faitfull'ın alıntı otobiyografisine ve de çocukken odama teyp koyan J.A. & F.A.'ya teşekkürlerimi borç bilirim.
Never on sunday: nyfw
Bu komik görünüşlü kadın Patricia Field. Yani Sex and the city'nin stilisti. Yani kimi o zaman dizideki o ucube, giyilmesi imkansız derece gülünç kıyafetleri o insanlara giydiren kadın. Burada yine genel komiklik haline göre derli toplu giyinmiş ama o esmer tenine yaptığı kıpkırmızı saçlar yok mu..? Fakat Sex and the city süresince Sarah Jessica Parker gibi ikinci sınıf ve diziye kadar hep yan rollerde yer alan bir oyuncuyu kimilerine hatta çoğunluk beğenisine göre ikonik bir hale getirmiş olması da başarıdır.
Zac Posen partisinden iki manken. Coco bir şey ve Isabeli bir şey (artık birçok ismi, bir detayı aklımda tutmuyorum). Bence soldaki yani Coco something kıyafeti ve hoşluğu ile Isabeli'ye basar diyeceğim ama bir yerde fazla "çocuk" gözüküyor yani yetişkine değil de küçük kız çocuğuna bakar gibi hissediyor insan.
İngiliz Gülü New York gecelerinde...Platin saçındaki siyah meç beni deli etse de tarzı olduğunu hatta hatta moda ile pek alakalı olmayan şekilde tarza sahip olduğunu kabul ediyorum. Fakat mücevherlerine ağzım açık kalıyor. Neredeyse Elisabeth Taylor'ınkiler kadar cüretkar.
Hollywood'un Natalie Portman veya Jodie Foster gibi okumuş olanlarıdan ama onlar gibi güzel karizmatik değil de ezik tipli görünenlerinden. Bu kızın nasıl tutunabildiğine halen anlayabilmiş değilim ama demek ki ben bu konuda cahilim ki kız hala ortalıklarda. O kötü duruş, camdan bakan mahalle kızı ifadeli gülümseyiş, kötü elbise, kötü çanta ... Çok sıkıcı.
Ne yazik ki sıkıcılarla bitiriyorum. Zac Posen'nın bir şeyi (aynı soyadını taşıyorlar). Elbise aslında güzel ama taşıması çok zor bir model. 20li yıllar çarliston kıyafetleri gibi bir tasarım. Saten. Bence bunu giyenin ya uzun ve ince olması ya da elbisenin tüm gözükmeyen ama hissedilen dönemsel ağırlığını taşıyabilecek kadar karizmatik ve özel olması gerekiyor. Yani çirkinlik güzellik meselesinden ziyade taşıyabilmek, hissedebilmekle ilgili. Kız da yine çirkin ve güzellik hadisesini geçiyorum ama saçına bir taç takabilir, farklı bir şekle sokabilir ya da bir küpe takabilirdi.
whatever...
New York Fashion Week bitti ben de sıkıldım zaten. Fani işler bunlar çok itibar etmemek, ehemmiyet vermemek lazım. Ama bu ülkede, her türlü pisliğin olduğu bir yerde günü güldüren oluyor eğlendiriyor. Yoksa unutturmuyor. Sadece placebo etkisi yapıyor.
Saturday, September 13, 2008
Ada'ya hazırlık: "hunter"
Tesadüfen, yeni sezon Hunter'lar ne zaman gelecek diye soracakken ellerinde kalmış tek çifti yağmurlu Londra günleri için "neden olmasın" deyip Starbuck'ta 3 kahve + 2 tatlı fiyatına aldım. Kısa günün karıdır, denk gelenlere tavsiye ederim. Hunter çizmeler ise zaten tamamdır. Santral'de giyerim, siyah taytın üstüne trençkotun altına giyerim ve lütfen mümkünse moda takipçileri keşfetmesin.
P.S. Gönül ister ki Kate Moss gibi incecik bacaklarımın ve kısacık şortumun altına giyeyim sokaklara öyle çıkayım ama gerçekçi olmak gerekirse biraz imkansız, fellas.
Friday, September 12, 2008
Cuma eğlencesi: new york fashion week, III
Marc Jacobs iyice coşmuş demek durumundayım. Beyaz gömlek siyah etek siyah sandalet ve siyah çanta ile şu anda ikimiz de aynı şeyleri giymiş haldeyiz. Bravo Marc'cığım fevkalade bir tarzın var.
Hadi biter gider sıkıldım yorgunum. Giderim.
Thursday, September 11, 2008
Şişşt, sen, bir baksana buraya !
Wednesday, September 10, 2008
Misafire içki
Cuma eğlencesi: new york fashion week, II
Uzun inceliği dışında anlamlandıramadığım insan Lou Doillon. Elbisesi veya artık giydiği neyse tahminimce Hervé Leger. Yani elbise eşşek yüküyle para da bir yüzüne de bakar insan; bir rimel bir ruj bir şey yani.
Daphne Guinness diye ingiliz bir jet-set insanı. Yüzü filan bana göre fazla gergin ama yaşı düşünülürse tutunur kendisi. Elbisesi güzel sanki ama boynundaki ağır güzel. Fakat o platin ile beyaz arası bir renge sahip saçlarındaki siyah tutam sinirimi hoplatıyor. Ancak kolyesi güzel.Güzel elbise ve bana göre "esmer" bir kadın. Elbise Calvin Klein kadın karşı cinsin bayıldığı Eva Mendes. Calvin Klein sevmediğim modacılardan ama bu elbisesi güzel. Göğüs dekoltesi de güzel. Kız hakkında yorum bile yapmıyorum alana mani hiç olmuyorum.
Geçen sefer Anna Wintour ve kızı demişken işte iki vogue insanı. Anne amerikan Vogue'nın kız ise Teen Vogue'un editörü. Anna Wintour güzel bir kadın olmadığı için kız iyi çıkmış kendisinden.
Bitireceğim iki güzel kadından ilki. Stephanie Seymour. Güzel işte, tamamdır.
Oley Hana Soukupova döndü alemlere, gecelere... Saçları uzamış iyi olmuş. Elbise bu kadar uzun ve düzgün bacakların yanında önemsiz kalıyor. Diz kapaklarına ise hayranım. Yüzü ise sarışın mavi gözlü kızın bebek yüzü.
Bugün de biter gider böyle bir rutinde.